İstanbul Üsküdar ilçesinde, İstanbul boğazının ağzında, Sarayburnu ile Salacak arasında olan bu kule boğazın Anadolu sahiline 200 m. uzaklıktaki bir kayalığın üzerinde olup, İstanbul’un simgelerinden birisidir.

Bu kayalıktan tarihte ilk kez M.Ö. 411’deki Atina-Sparta savaşı sırasında küçük Byzantion şehrinin Sparta’yı tutmasıyla bahsedilmektedir. Atina’nın galibiyeti ile sonuçlanan bu savaş sonrasında Boğaz’ın Avrupa yakası Sparta, Anadolu tarafı ise Atina egemenliğinde kalmıştır. Atina, Boğaz’ın giriş-çıkışını kontrol altına almak için bu küçük kayalığın üzerinde bir gümrük istasyonu kurmuştur. Makedonya Kralı Philippos Byzantion’a saldırı tehdidinde bulununca Atina, General Khares’in komutasındaki 40 gemilik bir donanmayı buraya göndermiştir. Bu sefer sırasında karısı Bous’u da yanında getiren Kheres, eşinin Hrispolis’de (Üsküdar) hastalanıp ölmesi üzerine onun anısına bu kayalığın üzerinde bir sunak ile anıt-mezar yaptırmıştır. Bu anıt mermer bir kaidenin üzerindeki sütunun üzerinde bronz veya altından olduğu söylenen bir dana heykelidir. Eski tarihçiler bu heykelin kaidesinde şu yazıtın bulunduğunu belirtmektedirler:

“ Inakhos’un ineğinin heykeli değilim, adını benden alamaz
Karşıdaki Bosporos denizi; bu ineği sürdü Pharos’a kadar
Yetkin Hera’nın öfkesi. Ama ben, Keklops’un soyundanım
Ölümüme kadar ve Khares’in eşiydim, onu izliyordum.
Kuşkusuz, Philippos’un gemilerine karşı.
Düve denildi bana şimdi Khares’in sevgili eşi,
İki anakaranın her ikisinde oturuyorum.”

Bu kayalık Mitolojide bir takım efsanelere konu olmuştur. Bu efsanelerden birine göre; Tanrı Okeanos’un oğlu Argos kralı İnakhos’un kızı İo, bir ineğin üzerinde veya bir inek kılığına girip, karnında Zeus’un çocuğu Epaphos’u taşıyarak yolculuğuna Kuzguncuk’tan başlayıp, Damalis (Grekçede öküz demektir) adı verilen bu kayalıkta dinlendiği sonra karşı kıyıdaki Byzantion’a geçmiştir. Bu efsaneye dayanarak bu kayalık “Damalis ve Arcla” adını alır. Arcla sözcüğünün karşılığı da Grekçede “küçük kale” demektir.

Gizemli bir anıt olan Kızkulesi’nin adı birçok efsaneye konu olmuştur. Bunların içinde en çok popüler olanı Ovidius’un yazdığı bir aşk efsanesi olan Leander’in hikâyesi olup, bu kayalık ve kule onun adı ile uzun yıllar anılmıştır. Bu efsaneye göre;

Afrodit Tapınağı rahibelerinden olan Hero ile Leandros bir tören sırasında tanışırlar ve birbirlerini delicesine severler. Evlenmesi yasak olan Hero, Leandros’dan ayrılmak zorunda kalır ve Kızkulesi’ne kapatılır. Her gece Hero bir fener yakarak karşı sahilden yüzerek gelen Leandros’a yol göstermektedir. Fırtınalı bir gecede Hero’nun yaktığı kandil söner ve Leandros yolunu kaybederek boğazın akıntısına kapılarak denizde kaybolur. Ertesi günün sabahı sevgilisinin sahile vurmuş cesedini gören Hero da kendini kuleden azgın sulara atarak ölümü seçer.

Mitolojiye göre Afrodit Mabedi Sestos’dadır. Leander de Abidos’lu bir gençtir. Bu iki genç Aphrodit Mabedi’nde yapılan bir törende birbirlerini tanıyarak aşık olurlar. Burada adı geçen Sestos ve Abydos Çanakkale yöresinde olduğundan bu efsanenin Çanakkale Boğazı’na ait olması daha doğrudur. XVIII. yüzyılda Batı dünyasında “antikite modası” başlayınca batılı yazarlar bu efsaneyi Kızkulesi’ne monte etmişlerdir. Bir başka efsane de bir kralın kızına aittir. Bu efsane ile Kleopatra’nın ölümü için anlatılanlar birbirlerine çok benzemektedir. Bu söylenceye göre;

Kral’a çok sevdiği kızının on sekiz yaşına gelince bir yılan tarafından sokulup öleceğini kâhinler söylerler. Bunun üzerine kral kızını korumak için bu kayalığın üzerinde yaptırdığı bir kuleye onu yerleştirir. Bir gün kızına getirilen yiyeceklerin içindeki üzüm sepetine gizlenmiş olan zehirli bir yılan kız üzümleri yerken çıkar ve onu ısırarak ölümüne sebep olur. Kral ise çok sevdiği kızını toprağa koymaya gönlü elvermediğinden onu demirden bir tabuta koyarak Ayasofya’nın narteks kapısı üzerine yerleştirir. Yine bu söylenceye göre burada bulunan iki delik, yılanın kızın cesedini rahat bırakmayarak yine onu sokmak için oraya girip çıktığını gösteriyormuş.

Günümüzde bu kapının üzerindeki demir kutunun işlevinin ne olduğu bilinmemektedir. Ama tabut olmadığı da bir insanın sığabileceği büyüklükte olmamasından bellidir. Ayasofya’nın eski Müdürlerinden Erdem Yücel bunun eski yapıdan kalan bir kapı sövesi olduğunu ileri sürmektedir.

Doğu Mitolojisinde ise Kızkulesi’ne bir de Battal Gazi efsanesini yakıştırılmıştır. Buna göre; Battal Gazi askerleri ile kuleye baskın yaparak oradaki hazineleri ve tekfurun burada koruma altına aldığı kızını alıp Üsküdar’a geçer ve oradan atına atlayarak kız ile beraber buradan uzaklaşır. “Atı alan Üsküdar’ı geçti” sözü de bu efsaneden kaynaklanmaktadır.

Tarihte bu kayalığın ilk defa kullanılması I.Manuel Komnenos (1143–1180) zamanındadır. Komnenos Marmara’ya bakan yazlık sarayını yaptırdığında şehrin savunmana yardım için iki tane de kule yaptırmıştır. Bunlardan biri Mangana Manastırı yakınında (Topkapı Sarayı’nın sahili) diğeri ise Kızkulesi’nin bulunduğu yerdedir. Bu dönemin Bizanslı tarihçisi Niketas Honiates daha önceleri Damalis olarak tanınan bu yerin kule yapıldıktan sonra “Arcla” (Kale) adını aldığını yazmaktadır. İmparator Komnenos’un bu kuleyi yaptırdıktan sonra Mangana’daki kule ile aralarına bağladığı bir zincirle başkente saldıracak savaş gemilerinin geçişini engellemek istemiştir. Ayrıca gümrük vergilerini ödemekten kaçınacak olan ticaret gemilerini de kontrol altına almak istemiştir. Bu iki kule arasındaki oldukça büyük olan açıklığı kapatmak için de araya koyduğu ağır sallar ile zinciri birbirine bağlamıştır. Herhangi bir gemi geçiş izni aldığında bu salların arasındaki zincir açılıyor, gemi geçtikten sonra da kapatılıyordu.

Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u kuşattığı sırada Bizans’a yardım etmek için Venedik’ten Treviziano komutasında gelen bir filonun burada üslendiğini Limnili Francis’in kroniğinden öğrenmekteyiz. Fetihten sonra Fatih Sultan Mehmet bu küçük kaleyi yıktırır ve yerine taştan, etrafı mazgallarla çevrili küçük bir kalecik yaptırır. Devrinin vakanüvisti olan Tursun Bey tarihinde kızkulesi’nden şöyle bahsetmektedir:

“ İstanbul limanı ağzına mukabil, Anadolu yakasında, deniz içinde döküntü taş arasında bir muhkem kal’a yaptırdı ve toplar vaz eyledi ki, atıldıkça liman içinde gemi durdurmaz.”

Hünername minyatürlerinde ve 1520 de Buondelmonti tarafından yapılıp Vavassore tarafından basılan desende üzerinde sivri bir külahı olan duvarlarında da çepeçevre pencere açıklıkları olan bu kaleyi görülmektedir. 1600’lü yıllarda Fransız rahibi J. Grelot’un yaptığı İstanbul panoraması gravüründe Kızkulesi dört köşe, etrafı mazgallı küçük bir kalecik şeklindedir. Evliya Çelebi ise her zamanki abartısı ile Seyahatnamesi’nde Kızkulesi’nden şöyle söz etmektedir:

“…kulenin karadan bir ok menzili mesafede, dört köşe ve seksen sıra yüksekliğinde ikiyüz adım hacminde ve iki tarafa nazır demir bir kapısı vardır. İçinde dizdarlarıyla 100 adet muhafız neferi, sahilde 40 pare balyemez toplarıyla mükemmel bir cephaneliği vardır.”

1510 depreminden büyük zarar gören kuleyi Yavuz Sultan Selim onarmıştır. Bu tarihten itibaren de kule artık bir kale değil bir deniz feneri olarak hizmet vermeye başlamıştır. Ayrıca fırtınalı günlerde küçük tekneler bu kayalıklara çengel atarak akıntıya kapılıp sürüklenmelerini önlemişlerdir. Kuledeki toplar da artık korunma için değil merasimlerde selamlama için atılıyordu. Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümünden sonra tahta geçmek için İstanbul’a gelen Şehzade Selim Üsküdar’dan geçerken Kızkulesi’nden atılan toplarla selamlanmıştır. Bundan sonra uzun süre tahta geçen her Padişah için bu selamlama yapılarak tahta geçiş top atışları ile halka duyurulmuştur.

1719’da fenerde yağ kandilinin rüzgâr etkisiyle etrafı tutuşturmasından dolayı çıkan yangın ile iç kısmı tamamen ahşap olan kule yanmış, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından taştan yeniden yaptırılmıştır. Bu inşaat sırasında kulenin en üst katına çatısı sütunlara oturan bir camlı köşk ilave edilmiş ve etrafı duvarla çevrilmiştir. 1734’de Lale Devri’nin önemli mimarlarından olan Kayserili Mehmet Ağa tarafından bazı ilavelerle onarılmıştır.

Kızkulesi, İstanbul’daki diğer sur ve kalelerde olduğu gibi sürgüne gidecek olan devlet büyüklerinin ilk konakladıkları ve bazen de idam edildikleri yer olmuştur. I. Mahmud (1730–1754) Kızlarağası Beşir Ağa’nın pervasız davranışlarından dolayı onu Bostancıbaşı teknesi ile Kızkulesi’ne göndermiş ve orada başını kestirttikten sonra Topkapı Sarayı önündeki “İbret Taşı”na koydurarak teşhir ettirmiştir. Sultan III. Osman da 1755 de Sadrazamı Hekimoğlu Ali Paşaya sinirlenir ve “…ben istesem hamalı bile sadrazam yaparım” demiş, Hekimoğlu bunun üzerine “ Hünkârım yaparsınız ama ona Hamal Ali Paşa bana ise Hekimoğlu Ali Paşa derler” diye cevap verince sinirlenerek Onu Kızkulesi’ne hapsettirmiştir. Bu arada devreye Sultan III. Osman’ın annesi Şehsuvar Kadın girmiş ve oğlunu ikna ederek Sadrazamın Kıbrıs’a sürgün yollanması ile başının vurulmasını kurtarmıştır.

1836–1837 senesinde İstanbul’da baş gösteren ve ölü sayısının 20-30 bin arasında olduğu tahmin edilen Veba salgını sırasında hastaların tecrit edilmesi için burada bir Veba Hastanesi kurulmuş ve hastanenin başhekimliğine de Fransız Doktor M.Bulard getirilmiştir. Mat’un adı verilen Kızkulesi’nde tesis edilen bu hastanede uygulanan karantina ile salgının yayılması önlenmiştir.

Sultan II. Mahmut’un emri ile 1832’de büyük bir onarım geçirmiş ve kapı üzerine Padişahın tuğrası ile hattat Rakım’ın yazdığı tamir kitabesi yerleştirilmiştir. 1857’deki onarımda kuleye deniz feneri ilave edilmiş ve bu fener 1920’de otomatik ışık yayma sistemiyle yenilenmiştir. 1943’de yeniden büyük bir onarım geçiren bu kulenin çevresine büyük kayalar yerleştirilerek denize kayması önlenmiştir. Bu arada kulenin oturduğu kayanın etrafındaki rıhtımdaki ambar ve gaz depoları kaldırılmıştır. Yapının dış duvarları korunarak içi betonarme olarak yenilenmiştir.1959’dan itibaren bir süre Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlı radar üssü olarak hizmet vermiştir. 1965’de “ Deniz Kuvvetleri Tesisi Mayın Gözetleme ve Radar İstasyonu” olan binanın zemin katında mutfak, ısı santralı, Jeneratör odası, üst katlarında ise operasyon odası, radyo-link santralı, alıcı-verici odası ve film odası gibi kısımlar eklenmiştir.

Binanın kule bölümündeki katlarda ise, personelin yatakhaneleri ve çalışma odaları bulunmakta idi. Çatıya ve kuledeki terasa ise radarlar yerleştirilmişti. 1982’den itibaren bina Deniz Kuvvetleri’nden Türkiye Denizcilik İşletmesine devredilmiş, Deniz Yollarının Kasımpaşa’daki deposu yıkılınca tersanelerde uzun süre bekleyen gemilerdeki haşere ve fareleri öldürmek için kullanılan siyanür buraya taşınmış ve depolanmıştır. Siyanür deposu olarak kullanılan kuledeki zehir 1990’da boşaltılmış ve 1992’de mülkiyet Hazineye devredilmiştir. Bu tarihten sonra buranın ne şekilde kullanılacağı hususunda projeler üretilmiş ve 2000 yılında Kızkulesi tekrar büyük bir onarıma alınıp aslına uygun olarak restore edilmiştir. Bu onarım sırasında, zemin katta evvelce bilinmeyen Sarayburnu’na bakan cephesinde 45 derece, Boğaziçi’ne bakan tarafında ise dik açılı mazgal delikleri ortaya çıkmıştır. Mazgalların bu durumu hem gün ışığının içeriye girmesini sağlamak hem de top atışlarını kolaylaştırmak içindir. Ayrıca bu restorasyonda sonradan ilave edilmiş bazı bölümler kaldırılmış, dört köşe kule demir kasnaklarla takviye edilmiştir. Restorasyon sonrasında “Hamoğlu Turizm” şirketine kiraya verilen kule halkın hizmetine açılmıştır. Restoran olarak kullanılan zemin kattan ahşap merdivenlerle üst katlara çıkılmaktadır. Hediyelik eşyaların satıldığı stentlerin etrafını dolaşan balkon kısmı ise çay salonu olarak hizmet vermektedir.