Mozaik ve çini üzerine Mutia Soylu tarafından hazırlanan “Zamanı Donduran İki Işıltı; Mozaik ve Çini” isimli yazı… İstanbul ekseninde mozaik ve çini sanatını oldukça güzel anlatmış.
Adına aşkla onca şiirin yazıldığı, en güzel şarkıların bestelendiği, romanlara, filmlere konu olan şehr-i İstanbul; fethedilmesi güç, güzelliği dillere destan bir kadın gibidir. Bir kez görenin, havasını soluyanın, suyunu içenin bir daha vazgeçemediği, iflah olmadığı büyülü bir şehirdir.
Kalabalığı, karmaşası bir yana, İstanbul sevdası bir yanadır. Nasıl olmasın ki… Allah vergisi büyüleyici güzelliğinin yanı sıra, iki kıtayı bağlayan, tarih boyunca medeniyetlerin buluşma noktası olmuş, gerçek bir kültür başkentidir söz konusu olan. Görkemli siluetini oluşturan kadim unsurlarında geçmiş medeniyetlerin izlerini saklı tutar İstanbul, yalnızca meraklısına açar gizli kapılarını. Her gün yeniden keşfedilmeyi bekleyen bir şehirdir İstanbul ve keşif için yola çıktığınız her seferde farklı bir gizini serer gözlerinizin önüne.
Hisarları bir başka cezbeder insanı, inci birer gerdanlık gibi Boğaz’ın üzerine yayılan asma köprüleri bir başka… Sabahın en erken saatlerinde yeni güne coşkuyla merhaba dercesine çığlık çığlığa uçuşan martıların ta Eminönü’ne kadar takip ettikleri güzelim vapurlarda, Boğaz’ın o taze serinliğini içinize çekmenin keyfini ise tarif etmek neredeyse imkânsızdır. Vapurdan inip de tarihi yarımadaya ayak bastığınızda çok daha başka güzellikleri serer ayaklarınızın altına şehr-i İstanbul. Karşı kıyıdaki Kadıköy’ü keskin gözleriyle süzen bir kartal gibi Sarayburnu’na kurulmuş Topkapı Sarayı, tüm ihtişamıyla, geçmişten günümüze gelen güzelliklerini paylaşmaya can atar. Yanı başındaki Ayasofya Camii’nin de meraklısına açacak çok sırrı vardır, ecnebilerin Blue Mosque dedikleri Sultan Ahmet Camii’nin de, Süleymaniye’nin de, Bizans döneminde Khora Manastırı diye bilinen şimdiki adıyla Kariye Camii’nin de… İstanbul’un saymadığımız daha nice tarihi güzelliği, yüzyıllardır açılmayı bekleyen sihirli bir sandık gibidir.
Büyüleyici mavi renkleri ile çiniler, birbirinden güzel mozaikler, İstanbul’un saklı zenginliklerinden sadece ikisi. Pek çok tarihi yapının içinde gizlenen, ışıltılarıyla göz kamaştıran, renk ve desenleriyle âdeta bakana görsel bir şölen sunan çiniler ve mozaikler, insanlık tarihi kadar eski iki kadim sanatın günümüze emanetleridir.
Mozaik ve Çini Zamana Kılıç Çekiyor
Binlerce yıldan beri saraylara, mabetlere ve daha birçok önemli yapıya görkem, sıcaklık, özgün bir üslup kazandıran iki kadim sanattır mozaik ve çini. Tarihi birazcık deşeleyecek olursak, iç ve dış mekânlarda âdeta gökkuşağını çağrıştıran en eski kaplama malzemelerinin mozaik ve çini olduğunu görürüz.
Ay ile güneş gibi birbirlerinden çok farklı yanları bulunsa da önemli benzerlikler de taşırlar. Zira mozaiğin de çinininde, ana malzemeleri doğanın koynunda saklıdır; taş,
toprak ve cam. Topraktan gelen ve belli bir ahenk içinde yan yana dizilerek yahut hünerli ellerde ateşle dans ederek yeni formlar kazanan mozaik ve çiniler, ilk günkü kadar
canlı ve kalıcı bir malzeme olması nedeniyle her daim büyük ilgi görür.
Mozaik de, çini de, bir imgeyi iki boyutlu olarak betimlemesi bakımından resim sanatıyla benzerlikler gösterir. Her iki sanat da büyük boyutlu yüzeyleri bezemeye uygundur.
Fakat mozaik ve çiniyi resimden farklı kılan, sanatçıları da, sanatseverleri de büyüleyen başka bir üstünlük söz konusu, o da bu iki sanatın, zamanı donduran ışıltısı. Çiniler ve mozaikler, resmin aksine, zamanın yıpratıcı, yok edici etkisine yenik düşmez, solmaz, bozulmaz. İsa’dan Önce (İ.Ö.) 3000’li yıllarda Sümerler döneminde ortaya çıkan ve sonradan çok geniş bir coğrafyaya yayılan mozaik de, İslam mimarisinin tipik süslemesi çini de zamana kılıç çeker âdeta.
İstanbul Tüm Zamanların Kültür Başkenti İnsanlık tarihi kadar eski iki kadim sanat olan çini ve mozaiğin tarihsel serüveni, kültür dünyasına ışık tutan eser lere imza atan İstanbul Ticaret Odası’nın (İTO) yayınladığı bir eserde derinlemesine anlatılıyor. “İstanbul’un Renkli Hazineleri- Bizans Mozaiklerinden Osmanlı Çinilerine” adlı kitabın önsözünde İTO Yönetim Kurulu Başkanı Murat Yalçıntaş, bu eserle, İstanbul’un, ayrıntılarda kalan iki önemli zenginliğine, mozaik ve çiniye dikkat çekmek istediklerini
belirtiyor. Yalçıntaş, “İstanbul’un Renkli Hazineleri, İstanbul’un sadece günümüzün değil, tüm zamanların kültür başkenti olduğunu gözler önüne seriyor.” diyor.
Kitapta, çininin süsleme sanatı olarak yaygın bir şekilde kullanılmadığı yıllarda mozaiğin ön plana çıktığına değiniliyor. Kitapta anlatıldığına göre, Roma döneminde mozaikle süsleme sanatı oldukça yaygınlaşmış ve evler, sokaklar, hatta kaldırımlar bile mozaikle süslenmiş. Yine o dönemde mozaik ustalarının vergiden muaf tutulması da kitapta değinilen ilginç bilgiler arasında yer alıyor. Vira bismillah diyip, kendimizi kitabın renk renk çini ve mozaik görselleriyle bezenmiş olan, mozaik ve çiniye dair -dönemlerine göre eserler örnek gösterilerek- detaylı bilgilerin verildiği sayfalarına bırakıyoruz.
Mozaik Roma Döneminde Üç Kıtaya Yayıldı
İlk olarak mozaik ve çininin tarihine yolculuk yapıyoruz. İlk kez, İsa’dan Önce (İ.Ö.) 3000’li yıllarda Sümerler’in, Uruk kentindeki bir tapınağın duvarlarını bezemeleriyle
ortaya çıkan mozaik, daha sonra Mezopotamya’dan Yunan’a, Girit’ten Roma İmparatorluğu’na çok geniş bir coğrafyaya yayılmış. Zamanla seramik parçaları yerine küçük çakıl taşları kullanılmaya, duvarların yanı sıra yapıların zeminleri ve çömleklerin üzerleri de mozaiklerle kaplanmaya başlamış.
İsa’dan Önce (İ.Ö.) 800’lü yıllarda Yunanlılar, çakıl taşlarından renkli geometrik desenler oluşturmuş ve bu desenleri özellikle yer döşemelerinde kullanmışlar. İ.Ö. 400’lerde ise renkli doğal taşların küçük küp parçalar halinde kesilmeye başlanması ile teknik hızlanıp gelişmiş. Bugün bizim “mozaik” olarak adlandırdığımız sanat dalının en zengin uygulamalarına yine bu dönemde rastlanıyor. İ.Ö. 2. yüzyılda İskenderiyeli sanatçılar tarafından Roma’ya getirilen mozaik sanatı İ.S. 5. ve 6. yüzyıllarda en önemli sanat dalı olarak kabul görmüş.
Roma İmparatorluğu döneminde şehir kaldırımları, meydanlar, binalar sırlı seramikten yapılma mozaiklerle kaplanmış. Çok tanrılı dönemden Hıristiyanlığa geçişle birlikte
antik döneme ait pek çok desen ve sembol yeni anlamlar yüklenerek kiliselerde kullanılmaya başlanmış. Mozaik sanatı, Roma İmparatorluğu döneminde dikkat çekici bir gelişme göstermiş. Bu dönemde üç kıtaya yayılan bu sanat, Hıristiyanlıkla birlikte özellikle Bizans İmparatorluğu döneminde dini motiflerin ağırlıklı olarak kullanıldığı bir tarzı ortaya çıkarmış. Bu yeni tarza göre renkler daha uyumlu kullanılmış, üslup daha da keskinleşmiş. Kimi sanat tarihçileri, en zengin ve gösterişli mozaiklerin, bu tarzın sonucu olduğunu düşünür.
Bu yeni tarzla birlikte mozaik sanatı, İsa’dan Sonra (İ.S.) 10-12. yüzyıllar arasında altın çağını yaşamış. Bu dönemde duvar mozaikleri konusunda uzmanlaşan Bizanslı sanatçılar, malzeme olarak taş dışında çok küçük cam parçacıklarını kullanma tekniğini geliştirmiş ve duvar mozaiğini, mermer kaplamayı tamamlayan doğal bir öğe durumuna getirmişler. Kültür beşiği Anadolu’da mozaik sanatının en güzel örneklerinin İstanbul haricinde Ege Bölgesi, Antakya, Şanlıurfa ve Gaziantep’te bulunduğunu da hatırlatalım.
İslam Kültüründe Mozaik
Eldeki veriler mozaiğin, İslam topraklarında ilk kez Mısır’daki yapılarda kullanıldığını gösteriyor. Memluklara ait Şeceretüddür Türbesi’nin (1257) mihrabında, Kalavun
Külliyesi’nde (1285) caminin mihrabında, türbe duvarlarında ve havuzda mermer, taş ve altın mozaik kullanılmış. Ayrıca Mısır’daki Tolunoğulları’na ait Ahmet Bin Tolun Camii’nde (876-879) Memluklar döneminde yapılan altın mozaikli mihrap, döneminin en güzel örneklerinden biri olarak kabul ediliyor.
İslam kültüründe, mozaik yapımında malzeme olarak taş veya cam yerine sırlı tuğla ve seramik parçaları kullanılmış. Desenlerde ise dini gerekçelerle bir resmi betimleyen figüratif dizilim yerine geometrik dizilim tercih edilmiş. Bu tercih, bir bakıma mozaikten çiniye geçişin ilk adımı ve aynı zamanda mozaiğin İslam kültürüne göre ilk dönüşümü olarak kabul ediliyor. Genellikle firuze, gri ve turkuaz renkli olan sırlı tuğla tekniğinin yerini zamanla nakışlı, dört veya altı köşeli “mozaik çini tekniği” almış. Fatih Sultan Mehmet döneminde yapılan İstanbul-Çinili Köşk’teki (1472) mozaik çiniler, 15. yüzyıl başlarına kadar büyük ilgi gören bu tekniğin en önemli son şaheserlerinden biri olarak gösteriliyor.
Çininin Yıldızı Selçuklular Döneminde Parlamış
Çinilerin gerçek manada mimaride kullanılması ve geliştirilmesi Büyük Selçuklular dönemine rastlıyor. Çininin mimarideki yıldızı Büyük Selçuklular ile birlikte parlamış desek yanlış olmaz. Mozaik çinilerin ardından “sır altı” ve “sır üstü” tekniklerinin birlikte kullanıldığı “minai tekniği” geliştirilmiş. Fakat 12. yüzyılın sonunda yıldızı parlayan bu tekniğin ömrü uzun olmamış. 13. yüzyıla gelindiğinde “perdahlı” ve “sır altı” tekniği kullanılan çini sanatında bir durgunluk yaşanmış. 14. yüzyılda ise Selçuklu mozaik çini tekniği ile renkli sır tekniğinin birleşmesi, Osmanlı çinilerine bir başlangıç olmuş. İlk olarak Bursa Yeşil Cami ve Türbesi’nde (1421-24) kullanılan Osmanlı üslubu, aynı yapıda farklı çini tekniklerinin kullanımının yanı sıra renklerin ve desenlerin gelişmesine yol açmış.
Önce İznik, daha sonra da Kütahya, çinicilik merkezleri haline gelmiş. Osmanlılarda ilk kez İranlı ustalar tarafından uygulanan “çok renkli sır tekniği” ile, ince detaylı ve tümüyle naturalist motiflerden oluşan örnekler çini sanatını bir adım daha ileriye taşımış. Ayrıca sır altı tekniği ile yapılan mavi beyaz çiniler Osmanlı topraklarında ortaya çıkmış. 16. yüzyıl ortalarından sonra da renkli sır tekniği tümüyle terk edilmiş ve Osmanlı çinilerine, sır altı tekniği hâkim olmuş. 17. yüzyıl Osmanlı çini sanatı için hiç
de parlak olmayan bir dönem olmuş. Çini sanatında kullanılan hammadde sıkıntısı giderek artmış. Saray çinilerinin üretildiği İznik’te, çini yapımında kullanılan kurşunlu
sırçalı hamur yerine, kireç alkali hamur kullanılır olmuş.
III. Ahmet zamanında İznikli çini ustalarının bazıları İstanbul’a getirilmiş ancak, devletin ekonomik ve siyasi gücünü yavaş yavaş yitirmesi sonucu yüzyıl sonuna doğru çini atölyeleri bir bir kapanmaya başlamış. O güne dek sarayda, cami, türbe ve çeşitli sivil yapılarda mimarinin ayrılmaz unsuru sayılan Osmanlı çinileri de böylece eski ışıltısını, ihtişamını kaybetmiş. Bu durum, o güne kadar halk için üretim yapan Kütahya’daki çinicilerin önünü açmış. Fakat çininin yaşatılması için bu kıvılcım da yetmemiş ve 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Kütahya’daki atölyeler de bir bir kapanmış, işçilik kalitesi giderek düşmüş.
19. yüzyılda Sultan II. Abdülhamit Han’ın ecdat yadigârı bu sanata sahip çıkmasıyla önce Kütahya çiniciliği canlanmış, ardından İstanbul’da Yıldız’da ve Haliç’te çini atölyeleri kurulmuş fakat bir süre sonra yabancı malların rekabeti yüzünden atölyeler imalatı durdurmak zorunda kalmış. Takip eden dönemde bilgi ve becerilerini kendilerine saklayan ustaların bir bir kaybedilmesiyle, tarih boyunca geliştirilen pek çok yapım tekniğinin yitirilmesi, işletmeci azınlıkların ülkeyi terk etmeleriyle atölyelerin kapanması ve yeni ustaların yetiştirilmemiş olması, Avrupa’dan çok ucuza ve kaliteli çini ve seramik ithal edilmesi gibi pek çok sebepten ötürü Türk çini ve seramik sanatı ağır bir duraksama dönemine geçmiş.
2. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla seramik mamullerin ithalatının durdurulması, Kütahya’da yerli üretimi âdeta şahlandırmış. Yeni atölyelerin kurulması, 1947 yılında tarihteki ilk çini ve seramik okulunun açılması, üniversitelerde seramik ve çini bölümlerinin kurulması çini sanatının üzerindeki kara bulutların dağılmasını sağlamış. Günümüzde ise eski ihtişamını yakalama yolunda çini sanatı.
Kariye Camii’nin Muhteşem Mozaikleri
İstanbul Ticaret Odası’nın yayımladığı “İstanbul’un Renkli Hazineleri” adlı kitapta çini ve mozaik sanatlarının en güzel örneklerine yer verilmiş. Kitapta mozaik sanatı; “Bizans’ta Mozaik ve Çini” başlığı altında “Bizans Dönemi Duvar Mozaikleri” ve “Bizans’ta Yer Mozaikleri” alt başlıklarıyla ele alınmış. “Bizans Dönemi Duvar Mozaikleri”
alt başlığında Kariye Camii (Khora Kilisesi), Ayasofya, Pammakaristos Kilisesi, Studios Manastırı, Aziz Theodoros Kilisesi, Akataleptos Kilisesi, Aya İrini, Lips Manastırı
ve Pentepoptes Manastırı’na ait mozaikler anlatılmış. “Bizans’ta Yer Mozaikleri” alt başlığında ise Büyüksaray Mozaik Müzesi’ne yer verilmiş.
Kariye Camii ve Ayasofya, mozaik sanatının en güzel örneklerinin verildiği iki tarihi yapı. Kitapta ilk olarak Kariye Camii’ndeki mozaikler, birbirinden göz alıcı fotoğraflar eşliğinde anlatılmış. İstanbul’un Renkli Hazineleri’nde anlatıldığına göre, şehr-i İstanbul’un yedi tepesinden biri olan Edirnekapı’nın Kariye semtine adını veren Kariye Camii (Yunanca adıyla Khora Kilisesi), şehrin, Bizans yapıları içinde mozaik süsleme yönünden en önemli yapısı. Bizans Kralı Justinianus tarafından yaptırılan Khora Kilisesi’nin mozaikleri, sanatsal açıdan “muhteşem” olarak kabul ediliyor. Khora Kilisesi’nin mozaik süsleme zenginliğini, yapının iç ve dış narteksinde (giriş bölümünde) bulunan resimler oluşturuyor. İlkçağın resim prensiplerine büyük ölçüde uyularak, natürelliğe büyük ölçüde bağlı kalınarak hazırlanmış, estetik açıdan son derece değerli olan bu panolar, çok yetkin sanatçıların ellerinden çıkmış. Mozaiklerde İsa ve Meryem’in yaşamlarını yansıtan sahneler görülüyor.
En Görkemli Hazine Ayasofya
İstanbul’un Renkli Hazineleri’nde ikinci olarak Ayasofya mozaiklerine yer verilmiş. Bizans İmparatorluğu’ndan kalan en önemli kültür hazinesi olarak kabul edilen Ayasofya,
İstanbul fethedilene kadar 916 yıl boyunca Patriklik Kilisesi olarak kullanılan tarihi bir yapı. 324 yılından kalan ilk yapı üzerine devrin şöhretli mimarları Anthemius ve İsidorus tarafından 532- 537 yıllarında yapılan bina, Efes’teki Artemis Tapınağı da dahil olmak üzere çok sayıda eski yapıdan getirilen 108 sütunun üzerine oturtulmuş. Ayasofya’nın mozaiklerinin, Orta Bizans çağına ait olduğu biliniyor. 15 asırlık bu yapıdaki mozaikler, IX.-XII. yüzyıllar arasında Bizans mozaik sanatının geçirdiği gelişmeler hakkında fikir veriyor.
Bizans İmparatorluğu’nun İstanbul’da inşa edilen en muhteşem yapıtı olan Ayasofya’daki mevcut panolara kısaca değinelim. Narteksten1 naosa2 geçilen anıtsal kapının üzerinde, altın renkli zemin üzerine, ortada tahtta oturan İsa, ayaklarına secde etmiş durumda İmparator VI. Leon olduğu öngörülen figür bulunuyor. Tahtın iki yanındaki madalyonların içinde Meryem ve baş meleklerden Gabriel resmedilmiş. Güney dehlizinin yan kapısı üzerinde ise kucağında çocuk İsa ile Meryem tahtında otururken, iki yanında yer alan imparatorlardan Büyük Konstanti Konstantinopolis şehrini, Justinianus ise Ayasofya’nın maketini kendisine sunuyor.
İkonoklazma (Put kırıcı) Devri sonrasında apsise yapılan mozaikte, tahtında oturan Meryem’in kucağında çocuk İsa, bema3 tonozunun başlangıcında ise baş melekler tasvir edilmiş. Kuzey nefinin üzerinde tympanon duvarı kemerleri içindeki panolarda bazı ünlü piskoposların ayakta durur pozisyonda, cepheden tasvirleri yer alıyor. Yapının güney galerisinde ise ortada İsa, iki yanında Meryem ve Vaftizci Yahya’nın oluşturduğu deisis sahnesi Ayasofya’nın estetik yönden en üstün kalitedeki mozaik panosu olarak kabul ediliyor.
Kitapta yer verilen ve çok gösterişli mozaiklerle süslendiği tahmin edilen bir diğer yapı ise Aya İrini Kilisesi. Bir zamanlar her köşesi mozaiklerle bezeli olan Aya İrini Kilisesi, adını Hıristiyanlığın yayılmasında emeği bulunan Penelope adlı azizeden almış. Bugün bu kilisenin sadece apsis yarım kubbesi ve bema bölümünde mozaik bezemeler mevcut. İkonoklazma döneminin yasaklarına uygun olarak, 740 yılından sonra apsis yarım kubbesinin içine, altın renginde bir fon üzerine Latin haçı işlendiği tahmin ediliyor. 1909 yılında yapının narteks kısmında tonoz, kemer ve pandantiflerinde yapılan temizleme sonucunda, bu bölümün de mozaik süslemesi olduğu anlaşılmış. Ortaya çıkartılan bitkisel desenli mozaik bezemelerin 564 yılına ait olduğu sanılıyor.
Bizans eserlerinden bir kısmının son derece zengin mozaik panolarla bezendiği bilinse de günümüzde bunlardan hiçbir iz bulunmuyor. Günümüze ulaşmayan mozaiklerin çoğunun ortak temasının, Hıristiyanlık sonrası döneme ait diğer mozaiklerde olduğu gibi Meryem ve İsa olduğu belirtiliyor.
Renklerin Şiirsel Dilidir Çini
Çiniler; özgün bir duruş, seziş ve kavrayışın sanatsal formlara dönüşmüş halidir. Mavinin, rengin, turkuazın, lacivertin ve beyazın şiirsel dilidir âdeta. İstanbul’un Renkli
Hazineleri’nde çini sanatının en güzel örneklerine yer verilen sayfalara yolculuğa başlar başlamaz bambaşka bir büyünün etkisi altına girdiğimizi hissediyoruz. Gözümüzün gördüğü renkler, motifler arasından görünmeyene ulaşmak gayesiyle göz nuru, alın teri dökülen çiniler, güzellikle gerçekliğin ustaca harmanlanmasını yansıtıyor. Mana ve suretin muhteşem uyumunu gözlerinizin önüne seriyor çevirdiğimiz her bir sayfada yüzümüze gülen çini örnekleri. Kanuni Sultan Süleyman tarafından yaptırılan Yavuz Sultan Selim Camii’nin Tebrizli Habib Usta’nın sanatını konuşturduğu renkli çiniler başka büyüler, Sadrazam Kara Ahmed Paşa için Topkapı’da Mimar Sinan tarafından inşa edilen Kara Ahmed Paşa Camii’nin çinileri bir başka, ihtişamın diğer adı Süleymaniye Camii’nin çinileri ise bir başka…
Koca Sinan’ın “çıraklık eseri” olan Süleymaniye’nin İznik’te üretilen çinileri, sır altı tekniği kullanılarak yapılmış. Minarelerdeki firuze renkli çiniler, İstanbul’daki atölyelere ısmarlanmış. Kanuni’nin tüm camiyi çiniyle kaplayacak ekonomik güce sahip olmasına rağmen, böylesine görkemli bir mimarinin yoğun bir çini kompozisyonu ile gölgelenmesine mahal vermek istenmediğinden çiniler kararında tutulmuş.
Kitapta yer alan görsellerde ait oldukları dönemin çinicilik anlayışına dair ipuçları da veriliyor. Camilerde kullanılan çinilerde ağaç, yaprak, gül, lale ve sümbül ilk sırada yer alırken, Kâbe, Medine, Arafat gibi tasvirlere de rastlamak mümkün. Çiçek desenlerinin ağırlıklı olarak yer aldığı ve Türk çini sanatının güzel bir örneği olan Sultan Ahmet Camii’nde ellinin üzerinde değişik figür ve 21 bin adet çininin kullanıldığı da kitaptan edindiğimiz bilgiler arasında yer alıyor.
Çini Deryası Topkapı Sarayı
Topkapı Sarayı için, İstanbul’un çini sanatının belki de en güzel örneklerini koynunda saklayan yeri diyebiliriz. Burada Türk çini sanatının en nadide, renkli ve bakımlı hazinelerini bir arada görmek mümkün. Sarayın birinci avlusunda yer alan ve Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Çinili Köşk, ilk göze çarpan yapı. Yapıda bugün Selçuklu ve Osmanlı devri çini ve seramikleri sergileniyor. Sarayda yine Fatih tarafından inşa ettirilen Has Oda (Mukaddes Emanetler Dairesi) çini sanatının en güzel örneklerini barındırıyor. Yapının iç mekânları çiniyle kaplanmış, dış duvarlar da belli bir yüksekliğe kadar çiniyle bezenmiş.
Sarayın Revan Köşkü, Bağdat Köşkü, Harem Dairesi, Sünnet Odası, III. Ahmed (Enderun) Kütüphanesi ve daha nice yapısı birer çini hazinesi âdeta. Eyüp Çinili Çeşme, Ayasofya Camii içindeki I. Mahmud Kütüphanesi, Üsküdar’daki Abdülmecid Efendi Köşkü, Laleli Camii’nin karşısındaki Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi, Sultanahmet’teki Alman Çeşmesi, Sirkeci’deki Büyük Postane, Çapa Öğretmen Okulu, Bostancı, Beşiktaş, Haydarpaşa, Kadıköy ve Büyükada iskeleleri, ecdat yadigârı sanatımızın nadide ürünlerini günümüze taşıyan mimari yapılardan bazıları. Çini bezemeler, bu yapıların kimisinde olanca haşmetiyle günümüze kadar gelebilmiş, kimisinde ise küçük birer pano şeklinde kalabilmiş bugünlere. Mozaik sanatının ardından çini sanatının en güzel örneklerinin detaylı görselleriyle anlatıldığı İstanbul’un Renkli Hazineleri adlı kitabın son bölümünde günümüz çinilerine de yer verilmiş.
Hepimizin gündelik hayatta karşısına çıkan çini dekorasyonlar arasında en önemlileri İstanbul Metrosu’nun Ataköy, Osmanbey, Taksim duraklarında, Yapı Kredi Bankası Genel Müdürlük Binası’nda, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası Binası’nda, Konyalı Lokantası’nda, İGDAŞ Genel Müdürlük Binası’nda kullanılan çini panolardır. Çok renkli uygulamaların görüldüğü bu panolarda geleneksel çinilerde rastladığımız kompozisyonların tekrarı olan vazodan çıkan laleler, sümbüller, bahar dalları, karanfiller ve hançer
yaprakları ile servi ağacının etrafını saran asma dallarının yanı sıra Çin bulutları ile dekorlanmış büyük yelkenlilerin görüldüğü çağdaş örnekler öne çıkıyor.
DİPNOTLAR 1) Narteks: Bizans kiliselerinde sahndan sütunlarla veya duvarla ayrılan bölüm. 2) Naos: Yunan tapınaklarında, içinde tanrı heykelinin yer aldığı kutsal bölüme verilen isimdir. Naos, Yunanca’da tanrının evi demektir. 3) Bema: Kiliselere apsisin önünde tören yapılan kısma denir.