Miladın IV. asrında bugünkü yarımadada bulunan küçük Bizans, dünya metropolü olmaya hazırlanmaktaydı. Konstantin gelecek bin beş yüz yılın muhteşem başkentine kendi adını vermiştir.
Yüzyıllar boyu Osmanlı İmparatorluğu’nun fermanlarında ve kayıtlarında İstanbul’un ismi “Be Makam-ı Konstantiniyye el Mahmiyye” olarak geçmekte ve son döneme kadar, basılan bazı kitapların ilk sayfasında “Konstantiniyye matbaası” künyesi bulunmaktaydı. Osmanlı, Büyük Konstantin’in kurduğu dünya başkentine sahip olmaktan gurur duymaktaydı.
İstanbul ismi “Stinpolis – şehre doğru” deyiminden gelmektedir. 15. yüzyıldan beri şehre gelen seyyahlar onun düzineyle ismini saymadan edemezlerdi; Byzantion, Nea Roma gibi… Slavlarda Tsarigrad, Balkanlarda Çar şehri ismiyle anılmaktadır.
İstanbul iki bin yıl Akdeniz ve Ortadoğu kentlerinin karakteristiğini taşımıştır. Akdeniz dünyasının bütün şehirleri gibi İstanbul’da da her zaman muhtelif dil ve dinden gruplar yaşamıştır. Coğrafi konumu, ilginç ve güzel doğası, gelişime elverişli özellikleri İstanbul’u bütün ortaçağ boyunca en kalabalık nüfuslu metropol haline getirmiştir. Kentin yönetimi ve savunması değişik ve büyük boyutlarda tedbirleri ve örgütlenmeyi gerektirmekteydi. İstanbul dini merkezleri, kütüphaneleri, ayrı dindeki cemaatlerin oturduğu mahalleleri; İtalya’dan, Hansa’dan, Doğu’dan gelen tüccarların, kervanların, gemilerin konakladığı hanları, liman ve antrepoları, sayısı yüzleri bulan zenaatların dağıldığı çarşıları ile başka bir ihtişamı ve hareketli hayatı yaşamıştır. Bu ihtişam ve renk zenginliği ile yüzyıllar süren “caput mundi” rolüne rağmen; İstanbul 18. yüzyıl ortalarına kadar, eski Akdeniz dünyasında görülen şehir yapısını, faaliyetlerin kent mekânına dağılma ve yansıma biçimini, geleneksel kent dokusunu ana hatlarıyla barındırmıştır.
İstanbul kent dokusu ve kentsel alan kullanım biçiminin Hellenistik dönemden 8. yüzyıla kadar belirli kurumlaşmalar ve faaliyet kalıpları etrafında biçimlendiği görülmektedir.
Karadeniz ve Ege arasındaki trafiğin kenetlendiği noktada olan prehellenistik Bizans; o çağların önemli balıkçılık merkezi ve ticari antreposuydu. Kentin Haliç ve bugünkü Eminönü’ne rastlayan liman meydanı bu faaliyete göre örgütlenmiş bir merkezdi. Bu merkezde kentin; ticaret, ulaşım, depolama kadar yönetsel ve askeri (koruyucu) fonksiyonları da yoğunlaşmaktaydı.
Byzantion’un merkezi bölgesi, içinde tapınağıyla Akropol’ün bulunduğu bugünkü Sarayburnu ile Unkapanı arasında, konut bölgesi ise liman ve pazarın hemen arkasında kurulmuştu. Bu bölgede, balıkçılar ve aşağı gelir grubundan halk, Akropol’ün eteklerinde ise yüksek tabaka ve tüccarlar yerleşmişlerdi. Bunun yanı sıra, Agora ve diğer resmî binalar da Akropol’ün ve zengin tabaka konutlarının bulunduğu bölgedeydi. Konut bölgesi dışında hayvan ticareti için kentin doğu bölgesi ve Marmara kıyısında, özel bir hayvan pazarı kurulmuştu. Geleneksel antik kentlerin yapısı ve yerleşme düzeniyle tamamen uyum halindeki yerleşme, sonraki Roma devrinde de temel bir değişikliğe uğramamıştır.
IV. yüzyılın ortalarında İmparator Konstantin, kenti artan nüfusuyla orantılı olarak, gerek iş ve idare bölgesinde gerekse konut alanlarında niteliksel olmaktan çok niceliksel değişim sağlayacak şekilde yeniden inşa etmiştir. Mekândaki hiyerarşi korunarak kentin, bugün Sarayburnu ve Sultanahmet Meydanı olarak bilinen noktaları arasında, İmparatorluk Sarayı (Hipodromun güneybatısı), büyük yönetsel bürolar ve Hipodrom yer almaktaydı. Hipodromda eğlencenin yanı sıra cezalar infaz edilir, genel siyasi tartışmalar da burada yapılırdı. Konstantin’in izleyicilerinden I. Theodosius zamanında kentin mekân organizasyonu korunarak konut bölgesi ve batı yakasındaki askerî kışlalar daha da batıya doğru yayılmıştı. Bunun nedeni (surların batıya kayması) nüfus artışından ziyade askerî bölge ve su sarnıçlarının muhafaza altına alınmak istenmesiydi. Yönetim bölgesinden kentin içlerine uzanan yol, bu dönemde bütün görkemiyle ortaya çıkmış, liman ve civarındaki faaliyet noktaları da artan nüfusa uygun olarak IV. yüzyıl sonunda hızla genişlemiştir.
Kentin konut alanı, merkezî kontrol (yönetim) ve iş mıntıkasından sonra şehrin çeperlerine doğru yayılmıştı. Her mahalle bir ünite olarak bir kilisenin etrafında biçimlenmişti. Tıpkı Osmanlı devrinde olduğu gibi Bizans döneminde de ibadet yerleri her cemaatin etrafında yerleştiği merkezlerdi.
Şehrin güneybatı yöresi, Çukurbostan ve Davutpaşa; Bizans döneminde Osmanlı devrinde olduğu gibi sarnıçların, kışlaların ve askeri birliklerin yerleştirildiği bölge kent dışına taşmıştı.[2] Buna karşılık bugünkü Aksaray, Fatih, Cerrahpaşa yoğun iskân olan bölgelerdi.
Bizans döneminde Galata (Pera), temelde Akdeniz, İtalyan şehirlerinin levantteki koloniyal faaliyetlerinin yoğunluğuna bağlı olarak gelişti. Başlangıçta İtalyanlar bugünkü Sirkeci ve Unkapanı liman tesislerinin hemen arkasındaki dar sokaklarda yaşamaktaydılar.[3] Sonraları Galata’ya taşınan İtalyanların egemenliklerinin artması 1081’de Bizanslıların saldırısına uğramalarına sebep olmuş, bu gelişme ise Venedik’in 100 yıl sonra 1204 Haçlı seferlerini Konstantinopolis’e yönelterek intikam almasına zemin hazırlamıştır.
M.S.395’te Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılmasından sonra Konstantinopolis Doğu Roma olarak bilinen Bizans İmparatorluğu’nun başkenti oldu. Nüfusu 5. yüzyıl başında 100.000’i aşan şehir Roma’dan bile kalabalık bir kent hale geldi. Kent nüfusunun artması ile birlikte bugünkü Galata’nın yerinde Sycae adıyla anılan yarı kent konumunda bir dış mahalle oluştu, yüzyılın sonunda giderek büyüyen ve ticari önem kazanan Sycae I. Justinianos döneminde Haliç üzerinde bugünkü Ayvansaray ile Kasımpaşa arasında kurulan bir köprü ile kente bağlandı.
Konstantinopolis 1204’te Haçlılar tarafından işgal edildiğinde, dönemin güç merkezleri olarak beliren Piza, Venedik ve Genova elde ettikleri imtiyazlarla Sycae ile arkasındaki Pera’da bir ticaret merkezi kurmuşlardı. 14. yüzyılda Konstantinopolis giderek çökerken Galata’da ticarete dayalı bir yaşam hüküm sürmekteydi. Bu dönemde, Galata gümrüğünün geliri Konstantinopolis’in gelirinin yedi katına ulaşmıştı. İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed Galata’nın büyük ekonomik önemini anlamış, Avrupa ile ticaretin merkezi olan bu bölgeyi olduğu gibi muhafaza etmişti. Galata’ya birer subaşı (voyvoda) ve kadı atayarak şehri Osmanlı idaresi altına almış. Galata’da yerleşmiş Cenevizlilere Osmanlı tebaası statüsü vererek, ticaret amacı ile gelmiş olanlara kapitülasyon güvencesi tanımıştı.
Fatih’in Avrupa ile ticarette Floransalıları teşvik etmesinden sonra Galata’nın kozmopolit nüfus yapısına Floransalılar ve yüzyıl sonra da Endülüslü Araplar katılmıştı.
Zamanla Müslüman-Türk halkı çoğunluğu oluşturmakla birlikte Galata bir liman ve ticaret şehri olarak diğer Akdeniz liman şehirleri gibi kozmopolit yapısını daima korumuştur.
Fetihten sonra İstanbul yine bir “caput mundi” durumuna geldi, yeniden Balkanlar ve küçük Asya’daki geniş bir art-ülkeyle (hinterlantla) bütünleşti. İş merkezi, konut alanındaki yerleşme kalıpları ise Bizans devrindeki dokuyu sürdürdüler. İstanbul’da bu dönemde gözlenen nüfus artışı (göç ve mecburi iskân) esasen önceki dönemlerdeki olaylardan ötürü, ekonomik yönden çöken ve boşalan bir kentin restorasyonu amacını taşımaktaydı.
15. yüzyılın başlarında Konstantinopolis’in özellikle konut bölgeleri büyük ölçüde boşalmıştı. 1403’te Timurlenk’e elçi olarak giderken kentten geçen Kastilyalı Clavijo tarafından, kentin boş arsalar, ekili bahçe ve bostanlarla dolu olduğu bildirilmektedir.[4] 1419’da şehri ziyaret eden Buondelmonte, şehrin harap ve bölük pörçük halinden; 1433’de Brocquére ise, kentin yer yer ekili alanlarla bölündüğünden söz etmişlerdir.
Şehrin mekân organizasyonu, geleneksel kent dokusuna özgü nitelikleri barındırmakta, yönetim ve kontrol bölgesi, iş ve liman bölgesi ile konut alanı da bu geleneksel yapıya göre sıralanmaktaydı.
Yönetim ve Kontrol Bölgesi
Roma döneminde dünyanın merkezi olarak algılanan Sultanahmet Meydanı sonraki dönemlerde de kentin en önemli merkezi oldu. Birkaç yüzyıl boyunca hem en büyük abideler burada yükseldi, hem de dünyanın ve imparatorluğun gidişatına yön veren isyanlar burada patlak verdi. Mekân, dünyanın en güzel meydanı ve en kanlı hadiselerin geçtiği yeri olmuştur. Nika İsyanı, IV. Mehmet devri vak’aları, Osmanlı modernleşmesinin başlangıcı sayılan 1826’da Yeniçeri Ocağının kaldırılması sırasındaki kanlı olaylar Sultanahmet Meydanında yaşanmıştır. Bir asır kadar sükûnet içinde çehresi değişen bu meydan Mütareke devrinde işgal kuvvetlerine karşı en büyük mitingle siyasi kariyerini tamamlamış ve bugün insanlık tarihinin en güzel açık hava salonu haline gelmiştir.
Bizans döneminde sarayın, devlet bürolarının, yüksek tabaka konutlarının ve kentin tapınağının bulunduğu alan Osmanlı döneminde de aynı amaçla kullanılmıştır. Fatih’in (Beyazıt’ta üniversitenin yerinde) yaptırdığı Eski Saray kısa zamanda terk edilmiş ve Topkapı Sarayına geçilmiştir. Bu dönemde de Ayasofya kentin en önemli ibadethanesi olmuş, Hipodrom ise Atmeydanı olarak benzer fonksiyonları yerine getirmiş, genellikle yöneticilerin konakları da burada yer almıştır. Önemle belirtilmesi gereken bir özellik de, bütün geleneksel kentlerdeki gibi İstanbul’da da 19. yüzyıla kadar yönetim merkezinde kurumlaşan devlet ofislerinin yer aldığı sabit binaların olmamasıdır. Bu bölgede Saray ve Sadrazamlık (Sublime Port – Bâbıâli) ve yüzyıla kadar göze çarpan bir devlet ofisi yoktur. Şehrin belediye başkanı, kadısı ve en yüksek yargıcı bile görevlerini yerine getirirken özel konutu nerede ise orayı makam ofisi ve mahkeme olarak kullanmıştır.[5] Kasımpaşa’daki Kaptanpaşa Ofisi, donanmanın semtinde; Süleymaniye’deki Ağa Kapısı (yeniçeri ağası), güvenlik görevi dolayısıyla iş bölgesinde bulunmaktaydı.
Fetihten sonra İstanbul; Balkanlar ve Anadolu’ya egemen olan siyasal gücün merkezi ve Karadeniz ile Akdeniz’in önemli bir uğrak noktası olma görevini sürdürdüğünden, nüfusun arttırılması için çalışılmıştır. 15. yüzyılda sürgün metodu ile Anadolu ve Rumeli ile Karadeniz ülkelerinden getirilen müslim ve gayrimüslim grupları şehre yerleştirilmiştir.[6] Şehrin nüfusu bu dönemde 100.000 olarak belirtilmektedir.
Klasik Bizans dönemindeki iktisadi, sosyal ve demografik kompozisyonun rehabilitasyonuna yönelik olarak gerek konut bölgesinde, gerekse çarşı ve liman mıntıkasında, fetihten sonra cami ve imaret kurularak sosyoekonomik canlandırma yoluna gidilmiş, ilk planda eski binaların onarımı veya kiliselerin bazılarının camiye çevrilmesi yoluna başvurulmuştur.
Lİman Bölgesi ve ÇarşIlar
Liman ve çarşıların fonksiyonları temelde, Bizans döneminden sonra da aynı kalmıştır. Ekonomik faaliyetlerin restorasyonu amacıyla, muhtelif cami, imaret çarşılar ya yeniden yapılmış ya da eski yapılar onarılmıştır. Bu bölge limandan bugünkü Beyazıt’a kadar uzanmakta, diğer yandan kentin önemli medreseleri de konut bölgesi ile bu bölge arasında yer almaktaydı.
Liman faaliyet alanı, 15. yüzyılda bugünkü Sirkeci’den başlayarak Haliç içlerine kadar genişlemişti. Limandaki boşaltma işlemlerinde (sadece gerekli tüketim maddeleri için) mekân düzeyinde bir tür uzmanlaşma durumu belirmiş; Yemişpazarı iskelesi, Unkapanı, Yağkapanı, Odun Pazarı İskelesi, Balat ayrı tüketim maddelerinin boşaltıldığı iskeleler olarak kullanılmıştır. İstanbul’a Kırım, Tuna, Dobruca ve Karadeniz’den gelen bal, yağ, un ve diğer zahire Haliç içindeki bu iskelelerde boşaltılmış, onları kontrol eden eminler ile gelen erzakın depolanması ve işlenmesiyle uğraşan esnaf da bu iskelelerin çevresinde faaliyet göstermiştir. Bugünkü Tahtakale, depolama, alışveriş gibi limana bağımlı faaliyetlerin en yoğunlaştığı yerdir
Eminönü, 15–17. yüzyıllarda liman merkezi görevini görmekteydi. Eremya Çelebi, Mısır’dan ve uzak adalardan gelen gemilerin burada gümrük eminliği önünde durup, kontrol için beklediğini bildirir.[7] Uzak ülkelerden gelen malların depo edildiği antrepolar ve satışının yapıldığı Mısır Çarşısı da aynı nedenle burada inşa edilmiştir. Esir ticaretine bakan “pencik emini” Eminönü’ndeydi. Eminönü ve Unkapanı arasında ise Balıkpazarı bulunmaktaydı. Antik şehirlerde balık pazarı, uzmanlaşmış diğer pazardan ayrı bir alanda kurulmaktaydı. Daha çok alışverişin yoğunluğu ve sağlık nedenleriyle oluşan bu ayrım sadece kalabalık antik ve feodal metropollerde görülmektedir. Bu merkezdeki doku daha ziyade Bizans dönemini yansıtmaktadır. Unkapanı söylendiği gibi kentin gerek duyduğu Dobruca ve Karadeniz’den getirilen buğday ve unun boşaltıldığı ve ekmekçi esnafının faaliyet gösterdiği yer olmuş, İstanbul’un geleneksel kent özelliklerini gösteren mekân kalıpları uzun yüzyıllar aynı kalmıştır. Kontrol ve iş bölgesindeki genişlemeler, sadece kentin doğal hinterlantının büyümesi ile açıklanabilir.
Konut Bölgesi
Geleneksel kentte konut bölgesindeki farklılaşma; gelir ve statüden ziyade etnik ve dini farklara dayalıdır. Şehrin konut bölgesinin merkez ve iç kısmında müslüman nüfus, periferide de gayrimüslim azınlıklar ve sistem dışı gruplar yaşamaktaydı. Bu nedenle konut bölgesinin, bekâr odaları ve hanların bulunduğu geçiş bölgesi niteliklerine de sahip olan iş bölgesinden sonra geldiği görülmektedir.
Fetihten sonra şehir, eski Konstantinopolis örneğine uygun olarak içinde 219 mahallenin yer aldığı 13 nahiyeye ayrılmıştır.[8] İstanbul nahiyelerinin %30’u II. Mehmet, %50’si II. Bayezid, %15’i ise 1512–1546 döneminde örgütlenmiştir. Mahalleler ilk zamanlar camiye çevrilen kiliselerin etrafında, yani eski ünitelerin bulunduğu yerde gelişmiş, sonraları yeni yerleşmelerle bazı yeni mahalleler de doğmuştur. Mahalleler başlangıçta mescidin veya caminin adıyla anılmıştır.[9] Fetihten sonraki yerleştirme süreci ve faaliyeti geleneksel şehrin tipik yerleşme kalıplarını büyük ölçüde bozmamıştır.
Mahalle nüfusu toptan bir cemaat sayıldığından Osmanlı mahallesinde fakir zengin bir arada yaşamaktaydı. Mekândaki farklılaşmayı sosyal statü ve gelir farklarından çok, dini-etnik ayrımın belirlemesi keyfiyeti İstanbul’da da görülmüştür. İstanbul’da “bekâr” işçiler, iş bölgesi dahilindeki “bekâr hanları”nda kaldıklarından bekârlar mahalle organizasyonunda yer almazdı.
Şehir sebze gereksinimini, nüfus yerleştirilemeyen yangın artığı boş arsalardan, kısmen de sur dışındaki bostanlardan karşılamaktaydı. Kentin konut bölgelerinde haftalık pazarların kurulacağı yerin saptanması, gerektiğinde değiştirilmesi İstanbul Kadısının Saraydan alacağı izne bağlıydı.
Osmalıda evler üç tipti; “süfli” (tek kat), “fevkant” (iki kat) ve “mükellef” (geniş, büyük). Her ev ayrı bir hane olarak vergi ve nüfus tahrirlerine işlenmekteydi.
Semtlerdeki suyolu, çeşme, hamam, mescit gibi tesisler mahalle sakinleri tarafından korunmakta ve gerektiğinde tamir edilmekteydi. Konut bölgesinin bitiminde surlar, Konstantinopolis’deki gibi kışla ve askerî alanlar yer almaktaydı. Kentte asker sayısı 1475’te 12.800, 1521 yılında 24.146 oldu.[10] 1699’da sayıları 100.000’e ulaştığında ise de askerler artık askerlik dışında başka mesleklerle de uğraşmaya başlamışlardı.
Her geleneksel kentte olduğu gibi, İstanbul’da da sistem dışı grupların yaşayacağı arazi sınırlandırılmıştır. İstanbul’da azınlık cemaatler, şehrin Marmara, Haliç ve surlara bakan çevre kesiminde yerleştirilmişlerdi. Bu semtlerde konut ve özellikle kilise, okul, yetimhane gibi binaların yapımı – onarımı, altyapı tesislerinin genişletilmesi özel izne bağlanmıştı. Bütün bu uygulamaların sonucunda yer darlığı ve sıkışık bir yerleşme düzeninin ortaya çıkması kentsel hizmetlerin düzensizliğine ve temizliğin noksanlığına neden olmuştur. Bu tür hizmetleri mutlaka her cemaatin kendisinin gerçekleştirmesi istenmiştir.
Bizans döneminde de Osmanlı döneminde de İstanbul’un sık sık karşılaştığı afetlerin başında yangınlar gelmiştir. Bu nedenle şehrin tarihinde yangınların büyük yeri vardır. Bizans döneminde yıldırım düşmesi veya tedbirsizliğin yanı sıra sık sık meydana gelen ayaklanmalar, özellikle 12. yüzyıldan sonra şehirde yaşayan Latin kolonileri ile yerli halk arasındaki gerginliğin yarattığı yağmalama nedeniyle çıkan yangınlar, Konstantinopolis’in defalarca yıkılıp yeniden yapılmasına neden olmuştur.
Osmanlı döneminde de ortalama her yıla semt ya da semtler ölçeğinde bir yangın düştüğü görülmektedir. Kent doğal afet, salgınlar, askerî veya toplumsal olaylardan daha fazla yangınlardan etkilenmiştir. Her 50 yılda bir şehrin siluetinin değişmesine neden olan yangınlara karşı ilk tulumba aslen Fransız olan Davud Ağa tarafından 1718’de yapılmış ve Yeniçeri Ocağına bağlı Yangın Tulumbacıları Ocağı kurulmuştur.
İstanbul’a fetihten hemen sonra 1455’te Kocaeli, Saruhan, Aydın ve Balıkesir’den sürgün usulüyle müslüman cemaatlerin yanı sıra, gayrimüslim nüfus grupları da getirilmişti. Sürgünle gelen her grup, cemaatler halinde yerleştirilmiş, Rum, Yahudi, Ermeniler şehrin çevre semtlerine yerleştirilmiş, Latinler ise Galata’da bırakılmıştı. Bu özellik Müslüman nüfus için de söz konusuydu. Müslümanlar cemaat halinde getirilip, bu yerleştirilme sırasında her cemaatin bir mahalle teşkil etmesine dikkat edilmişti. 1455’te getirilen müslüman grupların yanında, aynı yıl kente ilk Yahudi cemaati yerleştirilmişti. II. Mehmet, Ermenileri Sulumanastır ve Samatya’ya getirmiş[11], 1454’te Ortodoks – Rum patrikliğine Gennadios’u, 1461’de ise bir Ermeni patriği ve hahambaşı atamıştı. 16. yüzyılda bu iskân faaliyeti kentin nüfus haddi aşıldığından yavaş yavaş sona ermişti.
İstanbul’daki azınlık nüfus altı gruba ayrılmaktaydı.
1477 (Hicri 882) Sayımına Göre İstanbul’daki Hane Sayısı Dağılımı[12]
Hane | % | |
Müslim | 8951 | 60,0 |
Rum | 3151 | 21,5 |
Yahudi | 1647 | 11,0 |
Ermeni | 372 | 2,6 |
Kefeli Latin ve Karaim | 267 | 2,0 |
Karaman Ermeni ve Rumu | 384 | 2,7 |
Çingene | 31 | 0,2 |
Toplam | 14803 | 100,0 |
Azınlıkları cemaat örgütü kadar, yerleşme kalıpları da belirlemekteydi. Prof. İnalcık bu altı grubu şöyle sıralar: 1) Rum, 2) Ermeni, 3)Yahudi, 4) Galata Frenkleri, 5) Karaîmler (Karay Yahudileri), 6) Galata Rumları.[13] Galata Frenkleri ve Rumları bu ayrımdan da anlaşılacağı üzere İstanbul’da değil Galata’da yerleşmişlerdir. Rum, Ermeni ve Yahudi cemaat örgütleri resmen tanınmış ve onaylanmış imtiyazlara sahip olmuşlardır. 16. yüzyılda bütün azınlık cemaatler, mahalle ve örgütleri bakımından İstanbul’un tipik görünümü içinde yerlerini almışlardır.
16. yüzyılda Avrupa’daki baskılardan dolayı Avrupa’daki Eskenazi Yahudileri de Türkiye’ye yönelmiştir. Hasköy’de 16. yüzyılda Yahudi nüfus 36.000’e ulaşmıştır. Bu asırda Türkiye, Polonya ile birlikte Avrupa’daki Yahudi nüfusun başlıca sığınma merkezlerinden biri haline gelmiştir.
Azınlık semtlerindeki çarşılarda; Rum, Ermeni ve Yahudi esnaf birlikte çalışırlardı. Esasen bu üç cemaate mensup esnaf ve zanaatkâr, hem şehrin diğer yerlerindeki çarşılarda Türklerle birlikte faaliyette bulunurlar, hem de esnaf loncalarının üyesi olabilirlerdi.
Surların dışındaki mahallelerin İstanbul tarihinde ayrı bir önemi vardır. Aslında endüstri öncesi kentlerde sur dışı mahalleler, anakentle olan ilişkisi yönünden modern banliyölerden farklı bir niteliğe sahip yerleşmelerdir. Bu yerleşim birimlerinin ortaya çıkışı başlıca iki nedene dayanmaktadır. Birinci neden şehrin sağlık ve temizliği yönünden belirgin ölçüde sakıncası olan faaliyet dalları ve bu dalda çalışan nüfusun bulunuşudur (çömlekçilik, dericilik, camcılık, yeniçağlarda barut, mezbaha işletmeciliği). İkinci neden de, şehrin günlük toplumsal ve ekonomik yaşamı ile yoğun ilişkileri olmayan grupların bulunmasıdır. Bu faaliyetler ve faaliyet grupları sağlık, temizlik ve yangın tehlikesi nedeniyle sur dışına çıkarılmışlardır.
Kasımpaşa 16. yüzyılda tersane semti idi. Bu askerî bölgede 3000’e yakın donanma asker ve zabiti bulunduğundan bölgenin asayiş sorumlusu da donanmaydı.[14] 18. yüzyılda kente göç başlayınca, Kasımpaşa gibi semtler, toprağını terk eden köylülerin yığıldığı mahalleler olarak ortaya çıktı.[15]
16–19. yüzyıllarda Galata ise kentin, Atlantik iktisat bölgesi ile ilişkilerinin kurulduğu bölge olmuştur. İstanbul’a göre değişik özellikleri olan bir nüfus kompozisyonuna sahiptir. 15. yüzyıl sonu ve 16. yüzyıl başlarında İspanya’dan gelen İslâm göçmenleri (Moricos) bugünkü Tophane’ye ve Azebkapı’ya yerleştirilmiştir. 16. yüzyılda Galata’da İslâmlar 535 hane (%35 oran), Rumlar 592 hane (%39 oran), Avrupalılar 332 hane (%22 oran) ve Ermeniler 62 hane (%4 oran) ile başlıca cemaatler olmuştur.[16] “Pera” başlangıçtan beri yabancıların ve gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadığı yerdir. Kilise ve vakıflar burada kurulmuştur. Galata’da daha çok liman faaliyetlerine yönelik iş kolları, yelkenciler çarşısı ve gemi donanımına yönelik faaliyetler veya sağlık yönünden sakıncalı, yangın tehlikesi olan iş kolları yer almaktaydı.
Anadolu yakasında Üsküdar, 18. yüzyıla kadar bir peyk kent durumundadır. Asya ile olan ticarette önemli bir konaklama ve antrepo merkezidir. Bu çerçeve içindeki iş kollarında çalışan esnaf, kayıkçı ve yerel görevliler Üsküdar’ın nüfusunu oluşturmaktaydı. Anadolu’dan kopup gelen nüfus ile Üsküdar, önceleri önemli ölçüde bekâr, işsiz ve vasıfsız işçi kalabalığının; 19. yüzyılda da ilk gecekondulaşmanın alanı olmuştur.
Şehrin bu geleneksel yerleşme düzenindeki değişmenin ilk belirtileri 18. yüzyılda meydana gelmeye başlamıştır. Gerçekte ülkenin ekonomik yapısında köklü değişiklikler meydana gelmesine rağmen, yönetici sınıfın elinde toplanan servetler gösterişli tüketimi arttırmaktadır. Diğer yandan Karadeniz’in ulaşımını ellerine geçiren armatör Fenerli Rumlar ile İstanbul’daki elçilik heyetlerinin 18. yüzyılda belirgin ölçüde yeni bir yaşam biçimini benimsedikleri görülmektedir.
Bu durumda gerçek anlamda olmasa bile bir sayfiye yaşamı ortaya çıkmıştır. Kağıthane’deki eski bostanlar, hasırlar ve bahçeler ile süslenmeye başlanmış, Boğaz’ın eski münzevi köylerinde ardı sıra yalı, köşk ve bahçeler kurulmuştur. Fakir balıkçı köyleri olan Yeniköy ve Tarabya, zengin Rum armatörlerin yalılarıyla süslenmeye başlamıştır.
Boğaz’daki Yeniköy, Beylerbeyi, Ortaköy, Kandilli gibi semtler bu yalıların yapıldığı merkezler olmuştur. Buralardaki etnik kompozisyon da daha karışık bir görünüm almıştır. Yani İstanbul 18. yüzyılda gerçek anlamda banliyölere sahip değilse de mevsimlik eğlence ve sayfiye üniteleri doğmaya başlamıştır.
Gösterişçi tüketim ve kamusal harcamalar bu sahte banliyöleşmenin başlangıcını yaratmıştır. Kâğıthane’de bir kâğıt fabrikası, aynı bölgede mühendishaneler (okul) kentin dışında modern kışlalar (Selimiye) yapılmaya başlanmıştır. Bütün bunlar şehrin mekân organizasyonunda sahte bir banliyöleşmeye (pseudo suburb) neden olmuştur.
18. yüzyılın asıl olgusu, Anadolu’dan kopup gelen bekâr erkeklerin ve hatta ailelerin büyük şehri yığın yığın doldurmasıdır.[17] Bu olgu nedeniyle; iş bölgelerinde bekârların yaşadığı geniş sefalet yuvaları, Eyüp, Kasımpaşa ve Üsküdar’da ise gecekondulaşmanın ilk örnekleri görülmeye başlamıştır.
Mekânsal yapıdaki temel değişmeler, yani banliyölerin, gecekonduların doğuşu ise, 19. yüzyıldaki modernleşmenin getirdiği bir olgudur. 18. yüzyılı bu döneme bir hazırlık olarak ele almak mümkündür.
[1]Prof. Dr. İlber ORTAYLI tarafından hazırlanmıştır.
[2] Mayer, age. S.220. Örneğin imparator Theodosius’un adını taşıyan Theodisian birliklerinin yerleştiği bölge böyledir. İlginç olan Mayer’in gösterdiği bu bölgede Osmanlı döneminde de Kapıkulu askerine ait Davutpaşa kışlasının bulunmasıdır.
[4] Clavijo, Embasy to Tamerlane (1403-6) trans, from Spanish: Guy le Strange, Geirge Routledge and Sons, London 1928, s.87-88.
[5] Osman Nuri (Ergin) Mecelle-i Umur-u Belediye, cilt I, s.273.
[7] E. Çelebi, Kömürcüyan, 17. asırda İstanbul, çev: H.D. Andreasyan, i.I.E.F. yay., İstanbul 1952, s.15.
[9] Ayverdi, Fatih Devrinde İstanbul Mahalleleri, Ankara 1958, s.8-68, s.70-80.
[10] Ö.L. Barkan, “Osmanlı İmparat. Bütçeleri”, i. I.İktisat Fakültesi Mecmuası yıl 1953, C.XV, s.312–313.
[11] Yerleştirmeler için bkz: İnalcık age, s.238.
[12] İnalcık, age, s.238, araştırmacı T.S.Arş.D. 9529’daki belgeyi zikretmektedir.
[14] Ö.L. Barkan, “Osmanlı İmparatorluğu Bütçeleri”, s.313.
[15] İnalcık, İstanbul, s.232-33.
[17] İnalcık, age. s.239 ve M. Aktepe “İstanbul’un Nüfus Meselesine Daire Bazı Vesikalar”, i. I. Edebiyat Fakültesi Tarık Dergisi C. IX, sayı 13 Eylül 1918, s. 1-30’da 18. asır başlarında şehirde Anadolu ve Rumeli’den göç edenlerin ve aile göçünün arttığı belirtiliyor.
2003 Yılında hazırlanan 2007-2009 İBB Stratejik Planından alınmıştır.