İstanbul’un en eski saray yerleşmesi olduğu kadar en eski yerleşimi de olan semt, Çatladıkapı ile Sarayburnu arsında Cankurtaran Mahallesi’nin bir uzantısıdır. Doğuda Sarayburnu, batıda Çatladıkapı, Küçükayasofya, kuzeyde Sultanahmet ve Topkapı, güneyde ise Marmara Denizi ile çevrelenmiştir.
Ahırkapı İsmi
Semtin ismi Topkapı Sarayı’nın has ahırlarının burada bulunmasından dolayı verilmiştir. Marmara’ya açılan sur kapısının kuzeydoğusunda yer alan has ahırlar semtin en merkezi noktasını oluşturuyordu. Bizans döneminde ise buraya Mangana Sarayı’na ithafen ‘’Mangana Mahallesi’’ deniyordu.
Ahırkapı Tarihi
Ahırkapı’nın tarihi, bir anlamda İstanbul’un da tarihi sayılabilir. Çünkü şehir ilk olarak buradan başlayarak kurulmuştu. İstanbul araştırmacısı Orhan Erdenen, Deniz Harp Okulu’nda Deniz Harp Tarihi dersleri veren uzman Ali Haydar Alpagut’tan yola çıkarak İstanbul’a ilişkin, bir anlamda ilk uygarlık izlerine burada rastlandığını yazar. 19. yüzyılda, Sirkeci-Halkalı tren hattı yapılırken burada eski bir kavmin izlerine rastlanmıştır. Bu izden yola çıkan Alpagut, bu kavmin Greklerden de eski bir kavim olduğunu ve bu kavme ait bilgiler olmadığını söylüyor. Bunların muhtemelen Traklar olduğu söylenebilir, onların kurduğu ilk yerleşkenin bir Hitit kolonisi olduğu yönündeki tez ise kanıta muhtaçtır. Alpagut bu uygarlığın Finikeliler tarafından tahrip edildiğini ve bu medeniyet tarafından kurulan bu ilk İstanbul’un da bir teras yerleşmesi olarak ilk İstanbul vasıtası ile Balkanlar-Küçük Asya ticaretinde bir düğüm noktası oluşturduklarını belirtiyor. Bu ilk İstanbul’dan sonra kurulan ve bilinen en eski İstanbul olan yerleşim de yine deniz ticaretinde hayli başarı gösteren Grek kolonisi olan Megaralılar savaşçı bir halk olan Dorlar’dı. Onların kurduğu bu ikinci şehir yerleşimi M.Ö.58’de kurulmuştu. Megaralıların İstanbul’daki kolonilerinin efsanevi komutanları Byzas/Bizans’a atfen ‘’Bizantion’’ denilen bu ilk şehir bir askeri üs sayılabilirdi.
Hovvenasyan’a göre Bizans Bizantion’u birçok tapınakla süslemişti. Bunlardan ilki Tiostur, sonradan Bizanslı Septımus Severıus ‘’Strategıon’’ olarak anılan bu bölgede yerine başka bir tapınak yaptırmıştı. Diğerleri, yine İstanbul’un birinci tepesinde bugünkü Sultanahmet semtinde Esai ve Akileus tapınakları ve üçüncüsü Hipodrom /Atmeydanı /Sultanahmet Meydanı civarında kurulan Ekatia bunlardan en çok bilinenleriydi. Ne Bizantion, ne de ilk Bizans, tarihi yarımadanın tamamını kullandı, her ikisinin de yer aldığı bölge doğuda Sarayburnu, kuzeybatıda Beyazıt sahil kısmında ise Çatladıkapı’ya kadar ki alandı.
Semt, tarihi boyunca iktidarlar ile bütünleşmişti. Bizantion’da olduğu gibi Osmanlı’da da saraylar ve tapınaklar bölgesi oldu. Bizans’ta iki ünlü mahallenin ikisi de sarayların, tapınakların ve önemli devlet dairelerinin olduğu yerlerdi. Arkadianai ve Topoi’nin dışında, imparatorluk sarayı olan Büyük Saray’ı, mangana ve Bukoleon Sarayı’nı, Georgıos, Lazaros Manastırı’nı, Aziz Menas, Hodegetrıa, Soteros gibi merkezi kiliseleri, Lazarus ve Hodegetrıa sur kapılarını sonradan Ahırkapı ve Otluk kapısı olacaktırlar, Tizkanisterıon gibi yapıları sayabiliriz.
Tarih bu denli zengin doğal olarak Ahırkapı da bir saraylar bölgesi oluverdi. Kuzey sırtlarında Topkapı, sahil kısmına doğal has ahırlar ile Osmanlı zamanında da hükümranlık yerleşim merkezi olan semt devlet ricalinin eserleri ile doluydu. Osmanlı zamanında oluşan Cankurtaran ve onun uzantısı olan Ahırkapı (ya da Akbıyık Mahallesi), Çatladıkapı’ya kadar hep akıncıların, sadrazamların, dervişlerin yerleştiği mahallelerdi. Semt bu özelliğini hemen hemen 19. yüzyıla kadar muhafaza etti. Ta ki bu süreçle birlikte başlayan Batılaşma ve geleneksel mahalle dokusunun çözüldüğü döneme kadar, Cumhuriyetle birlikte ise şehir gibi o da kendi kaderi ile baş başa kaldı ve terk edildi. 1950’lerle birlikte göç dalgaları, mahalleleri bırakan zenginler, semt gibi tarihe karışmakta olan ahşap konaklar. Ahırkapı’nın günümüze kadar ki serüveni kısaca böyle anlatılabilir.
Cankurtaran
Ahırkapı bir semt olarak idari bakımdan Sultanahmet Mahallesi ile Cankurtaran Mahallesi arasında bölünmüş durumda. Semte Cankurtaran meydanından inilmektedir. Bu nedenle Ahırkapı Cankurtaran ile iç içe bir durumdadır. Cankurtaran da uzantısı Ahırkapı gibi Topkapı Sarayı’nı çevreleyen Sur-ı Sultani’nin güneyinde yer alır. Bulunduğu konum Kumkapı ile Sultanahmet arasındadır. Semt adını, Boğaziçi girişinde kazaya uğrayan gemilerdeki kazazedeleri kurtarmak için burada kurulan istasyondan almıştır. Bir dönem turizmin gözdesi haline gelmeye başlayan semt, tarihi yarımadada bulunan diğer mahalleler gibi Osmanlı ev mimarisinin en güzel örneklerinin yer aldığı ahşap konaklarla doludur. Bunlar içerisinde onarılarak kazanılanlar olduğu gibi semtin turistik cazibesini yitirmesi ile şimdilerde tekrar kaderlerine terk edilmiş olanlar da var. Hayli eski bir tarihi geçmişe sahip olan ve Ahırkapı ile İstanbul’un ilk yerleşmelerine tanıklık eden semt bugün daha çok orta ve alt sınıftan insanların yaşadığı bir mahalle. Semtteki en ünlü mekan ise Türk sinemasının unutulmaz yıldızlarından Erol Taş’ın satın alarak işlettiği ve şu anda onun adını taşıyan kahve.
Ahırkapı’da Eserler
Arkadiani
Eski Bizans hamamı olan Arkadios hamamının bulunduğu semttir. Bu hamam 395 tarihinden sonra İmparator Arkadios ya da kızı tarafından yaptırılmıştır. Babanın başlatıp kızının bitirilmesini sağladığı bir eser de sayılabilir. Bu bölge Büyük Saray’ın kuzeyinde yer alıyordu, güneyde ise deniz kenarındaki Topoi semti yer alıyordu, kuzeydeyse Mangan Mahallesi bulunuyordu. Akrapolis’in (Sarayburnu’nun sırt kısımları) Marmara’ya bakan yamaçlarında inşa edilen Arkadios Hamamı’nın yanından, tepeden Marmara kıyısına inen ve Iustinanos döneminde yapılmış heykellerle süslü olan bir büyük revak (embolos) geçiyordu. İmparator I. Basileios’un oturduğu konak buradaydı ve semtte Aziz Mihael ve Aziz Gabriel adına kiliseler mevcuttu.
Aslanhane
Ayasofya’nın güneydoğusunda, eski Darülfünün arsasında evvelce, bir Bizans Kilisesi mevcuttu. Bu kilisenin adı Osmanlı döneminde ‘’Aslanhane’’ olarak değiştirilmiştir.
Fetihten sonra bu alanda, eski yapıların kalıntılarından faydalanarak bir Cebehane yapılmıştır. 16 ya da 17. yüzyılda ise buradaki eski kilisenin içine sarayın vahşi hayvanları yerleştirilmiştir. Yapıya Aslanhane denilmesinin nedeni de buradaki etobur yırtıcılar olmuştur. Yine aynı yapının bir başka bölümünde de sarayın egzotik kuşları yerleştirilmiş, ona atfen aynı yapıya ‘’Kuşhane’’ de denmiştir.
Polonyalı gezgin Simeon 17. yüzyılda Aslanhane olarak bilinen bu yapının bir kilise olduğundan ve içerde bu kilisenin mozaiklerinin hala görülebileceğinden söz eder. Aynı dönemde İstanbul hakkında hayli zengin bir bilgi kaynağı olarak da yazılan Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde bu binada kat kat hücreler olduğunu ve en üst bölümün ‘’Nakkaşhane’’ olarak kullanıldığını ve bu kata nakkaşların yerleştiği belirtilir. Bu bilgilerden yola çıkarak eski ve cüsseli bir kilise binası Osmanlı tarafından mahzen kısmı bir nevi vahşi hayvan barınağı, üst kısımları ise saray nakışhanesi olarak nakkaşlara tahsisi edilmiş bir mekan olarak kullanılmıştır denilebilir. İstanbul üzerine kapsamlı yazıları ile bilinen 18. yüzyıl Ermeni tarihçisi ve coğrafyacısı İnciyan’ın verdiği bilgilere göre; 1802 yılında Aslanhane’nin yanması ile birlikte, komşusu Cebehane’nin genişlemesi için bu bina 1804’te yıkılmıştır. 1808’de Alemdağ Mustafa Paşa olayı esnasında Cabehane’nin de yangın geçirmesi ile yıkılan bu binanın arsası İsvişreli Mimar G. Fossati’nin projesi uygulanarak, 1848 yılında büyük bir darülfünün binası yaptırılmış, yapımı yıllarca süren bina tamamlandıktan sonra çeşitli kurumlara tahsis edilerek farklı biçimlerde kullanılmıştır. En son İstanbul Adliyesi binası olarak kullanılan Aslanhane’den geriye, 1933’te yanması ile hiçbir iz kalmamıştır.
Büyük Saray
Bizans’taki en görkemli saray komplekslerinden Büyük Saray Hipodrom’dan Marmara Denizine kadar uzanan birbirinden bağımsız birkaç saraydan oluşuyordu. Yaklaşık 100.000 metrekarelik bir alana yayılan saray, sonradan eklenen Bukoleon, Hormisdas ve Dafne gibi isimlerle anılan küçük bağımsız saraylar, tören salonları, kiliseler, bahçeler ve oyun yerlerinden oluşan adeta küçük bir şehir gibiydi. İmparator I. Konstantin tarafından yaptırılan ve Bizans tarihinde önemli bir rol üstlenen Büyük Saray Konstantin’den sonra iktidara gelen her hükümdar tarafından genişletilerek 12. yüzyıla kadar gelmiştir. Ancak saray, 9. yüzyılda Mangana Sarayı’nın yapımı ile eski gözde olma durumunu yitirerek eski hükümdarların eşleri için bir tür hapishane işlevi üstlenmeye başlamıştır.
Büyük Saray ilk yapıldığı dönemde birkaç yapı grubundan oluşuyordu, ancak sonraki imparatorların bu binalara yaptığı ekler ya da bu binaların genişletilmesi sonucu saray giderek büyüyen bir kompleks halini almıştır. Hipodrom’dan başlayarak kuzeydoğudan sahile, oradan da güneybatıya doğru uzanan, oldukça eğimli bir araziye kurulan sarayın yapımı esnasında, geniş teraslara, dayanaklara ve takviye setlerine gereksinim duyulmuş ve saray da bunların üzerine oturtulmuştur. Sarayın kuzeybatısında Hipodrom, Zeuksippos Hamamı, güneybatısı ve doğusunda muhafız kışlaları, kuzeyinde Ayasofya, senatoyla Augestıon Meydanı, güneydoğusunda ise Marmara Denizi bulunuyordu. Aya İrini, Sergios ve Bakos (Küçük Ayasofya) gibi yapılar da bunları tamamlıyordu. Hipodrom yönünde imparatorluk locası, batıda imparatorluk kabul salonu ile imparatorun gündelik yaşamını devam ettirdiği yapılar yer alıyordu. Yabancı elçilerin kabul edildiği bir salon olan Magnaura’da bu dönemde inşa edilen yapılardandı.
Altın yaldızlı bir kapıdan girilen sarayın ilgi çekici bir kubbesi, Daphne denilen bölümün ise sekizgen planı vardı ki bu yapının ortasında da imparatorun locası yer alıyordu. II. Teodosius zamanında saray alanındaki yapım çalışmaları daha da yaygınlaşmıştı ve bu yüzden sarayın bulunduğu alanda özel kişilerin herhangi bir inşai faaliyette bulunması yasaklanmıştı. Nika Ayaklanması esnasında önemli ölçüde zarar gören saray daha sonra yeniden yaptırılmış ve Bukoleon Sarayı da bu sırada eklenmişti. Bu dönemde saray Çatladıkapı’ya kadar genişlemişti. Yapı topluluğunun ‘’Hakle’’ denilen bölümünde çeşitli heykeller, imparatorluk tasvirleri ve mozaikler vardı. Saray Latin istilası döneminde de önemli zarar görmüş, daha sonra ise onarım geçirmiştir. 12 yüzyıla ulaştığında artık önemini yitiren saraya son darbeyi Mangan Sarayını da yıkan İmparator II. İsakios Angelos vurmuş ve buradan birçok yapı elemanını kendi yaptırdığı sarayın söktürerek taşımıştır. İstanbul’un Osmanlıların eline geçmesinden 30 yıl kadar önce İstanbul’a gelen Floransalı Seyyah Boundelmonti sarayın artık bir taş yığını haline geldiğini yazmıştır.
Osmanlı döneminde saray yeni kurulan mahallelerin arasında kalmış ve sarayın 17. yüzyıla ulaşan Darhne ve Katisma kalıntılarının üzerine de Sultan III. Ahmed tarafından Sultanahmet Camii yapılmıştır.
Saraydan günümüze ulaşan son kalıntılar mahzen, sarnıç ve bodrumlardır, bunun yanı sıra sarayın peristilinin (sütunlu avlu) denilen bölümlerinden kalan mozaik bezemeli ve sarayın sütunları, sütun başlıkları ve dekoratif elemanları Sultanahmet’ten Ahırkapı’ya inen yol üzerinde bulunan Mozaik Müzesi’nde sergilenmektedir.
Topoi
Bugünkü Cankurtaran bölgesinde yer alan bu yere Orta Bizans döneminde ‘’yerler’’ anlamına gelen ‘’Topoi’’ deniliyordu. Bu ismin verilmesinin nedeni ise bu bölgede uzantısı olan Ahırkapı gibi önemli yapıların olmasıydı. İmparatorluğun ikametgahı olarak da kabul edilen Büyük Saray’ın hemen arkasında, kıyı şeridinde, İmparator Arkadios tarafından yaptırılan büyük Hamam’ın olduğu Arkadiani denen yer vardı. Topoi civarında bu hamamdan başka Başmelek Mihail’e adanmış bir kilise vardı. 5 yüzyıl yapısı olan kilise sonraları eskiyip yarı harap bir hale gelince I. Iusitinianus döneminde muhtemelen imparatorun gayrı meşru oğlu olan Tziros adlı bir kişi tarafından yeniden onarılmıştır. Daha sonra I. Basıleos döneminde ikinci kez onarımdan geçen kilisenin yanına bu kez de Başmelek Cebrail’e adanan bir ikinci kilise yapılmıştır. Buraya en son VI. Leon döneminde azizlerden St. Lazarus adına yaptırılan bir kilise eklendi ve bu kilise İstanbul’un Osmanlılarca alınmasına dek varlığını sürdürdü.
Hodegetria Manastırı ve Ayazması
Bugünkü Cankurtaran bölgesinde yer alan Hodegetria Manastırı ve Ayazması, orta ve geç Bizans döneminde Konstantinopolis’in en önemli ibadet yerlerinden biriydi. Manastırın yapım tarihi 9. yüzyıldan öncelere götüren bir takım iddialar mevcutsa da bunu kanıtlayan somut bir veri yoktur.
İmparator Mihael zamanında inşa edilmiş yahut süslenmiş olan manastır, daha sonraları 12. yüzyılda Paleoglos Hanedanı’nın bir üyesince onartılmıştır.
11. yüzyılın sonlarından itibaren kilisede yer alan özel bir Meryem Ana ikonası çok ünlendi ve halk arasında mucizelere yol açtığı yönünde söylentiler çıkınca kilise ziyaretçi akınına uğramaya başladı. Sonraki dönemlerde şehir Latin ya da Haçlı ordularının istilasına uğradığında ikona onların eline geçmesin diye Pondakrator Kilisesi’ne / Zeyrek Camii’ne götürülmüştü. Bir süre orada kaldıktan ve şehir istiladan kurtulduktan sonra 1261’de İmparator VIII. Mihael Paleologos’un tören ayininde en önde kiliseye taşındı ve sonra da yine Hodegetria Manastırı’na yerleştirildi.
Kilise 13. yüzyıl sonlarında Antakya Patrikliği’ne bağışlandı, manastır binası ise Konstantinopolis’i ziyaret eden Suriyeli hacılara misafirhane olarak hizmet etti.
Bizans İmparatorluğu’nun son yıllarına dek ayakta kalan manastırı ziyaret eden hacıların anlatımlarından Mucizevi ikonadan söz edildiği kaynaklarda zikredilmektedir. 1453’te İstanbul’un alınması esnasında manastırda bulunan bu mucizevi ikona Kora Manastırı’na (Kariye Camii) götürülmüş ve onun önünde düşman işgalinin sona ermesi için topluca ayin yapılmıştır.
Manastırın orijinal ismi olan ‘’hodegon’’ Rumca’da ‘’önderler, öncüler, liderler’’ gibi anlamlar içeriyor. İsim manastırda bulunan ayazmayı ziyarete gelen ve şifa bulmayı umut eden kör hacıları buraya getiren keşişlerden dolayı konmuştu. Söz konusu ayazmadan sonraki dönemlerde çok ender olarak söz edilir olmuştur ki bunun nedeni ya ayazmanın kaynağının kurumuş olması ya da herhangi bir nedenle kaybolmuş olma olasılığı olabileceği gibi, ayazmanın şifa verici yanının azalması ile gözden düşmesi de olabilir. Sonraki dönemlerde iyileştirici güç ayazmadan, kilisede bulunan Meryem Ana ikonuna geçince ayazmadan da daha az söz edilir olma olasılığı akla yakın gözükmektedir. Bu tarihten sonra manastırın adı değişmiş ve ‘’kadın önder’’ anlamına gelen ‘’Hodegetria’’ olarak anılmaya başlanmıştır.
Kaynaklardan elde edilen bilgiler doğrultusunda manastırın yerini tespit edecek olursak manastır, Ayasofya’nın doğusunda bugünkü Ahırkapı sınırları içerisinde bulunuyordu. 1923 yılında Gülhane Hastanesi’nin olduğu yerde yapılan kazılarda ortaya çıkarılan heksogonal (sekizgen) yapının bir portikosu (kapısı) ortada bir havuzu bulunan ve hücrelerden oluşan bu yapının adı bilinmeyen bir Bizans dönemi hamamı ya da aynı şekilde bir saray olabileceği ihtimali daha yakın gelmiştir.
Bukoleon ya da Bus Kaileon Sarayı
Marmara kıyısında, bugünkü Cankurtaran ile Kumkapı arasında ve Çatladıkapı’nın bulunduğu yere bitişik bir mevkide, Küçükayasofya’nın doğu ucunda yer alıyordu. Bir sahilsaray olarak yapılan bina hakkındaki ilk bilgiler 9. yüzyıl ortaları ile 13. yüzyıl arasını kapsayan ve Orta Bizans dönemi olarak anılan devire ilişkindir. Dolayısıyla sarayın liman ile eş zamanlı olarak yapıldığı ve tarihinin daha gerilere gittiği yönündeki iddialar herhangi bir kanıta dayanmadığından geçerli değildir. Bu çerçevede eldeki somut bilgilere dayanarak sarayın II. Teodosıus tarafından yaptırıldığı söylenebilir. Bilinen ve zamanımıza dek ulaşan bölümleri ise daha sonra İmparator Teofilios zamanında ilave edilmiştir.
Faros denilen fener burcu ile imparatorluk iskelesi olarak kullanılan burnun arasında kalan bölgede sahil surlarının üzerinde uzanan sarayın temelinde ilkçağlardan kalan mermer bloklar 300 metreyi bulan ön cephe, iki ana bölümden oluşuyordu. Öndeki küçük limanla sarayı birbirine bağlayan ve güney-kuzey doğrultusundaki kısa bir duvarın içinden geçen merdivenle bu iki bölüm birbirinden ayrılıyordu. Sarayın batı bölümü 1870’lerde yapılan demiryolu hattı nedeniyle tahrip olarak yok olmuştur. Bu bölümün her iki yanında saraya ismini veren aslan (bus kaileon) heykellerinin süslediği cumba yer alıyordu.
Sarayın doğu yakası ise halen ayaktadır, Günümüze kadar ulaşan bu kısımdan yola çıkarak dış cephenin, birbirini takip eden, tuğladan örülmüş tonozlarca (kemerler) örtülmüş mekanlardan meydana geldiği söylenebilir. Bir dizi halinde sıralanmış mermer çerçeveli pencereler ile kapıyla Marmara’ya açılan sahilsarayının ön kısmında, duvara saplanmış bir haldeki mermer konsolların taşıdığı bir balkonunun olduğu görülebilmektedir.
Sarayın Faros yakasında bulunan mekanlar, zengin bezemelere sahip sütunlar ile süslenmişti. Bunlara ait olduğu saptanan alt paye gövdelerinden bir kaçı halihazırda İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Doğu yakasında ayrıca değişik biçimler taşıyan zarif süslemeli başka sütun başlıkları da vardı. Bunlardan geriye kalan bir kaçı, çevrede korunaksız bir biçimde duruyor.
Bukoleon Limanı
Sarayın önünde bulunan ve saraya ait kayıklar ile İmparatorluk gemilerinden bazılarını barındıran liman, sarayın ön cephesinin bulunduğu yerin batı yakası ile Çatladıkapı arasında uzanıyordu. Liman denizden bir dalgakıranla ayrılıyordu. Başlıca görevi imparatorluk sarayına hizmet vermek olduğundan diğer limanlara oranla mütevazı boyutlarda yapılmıştı. 1960 yılında yapılan sahil yolunun yapımına dek mendireğe ait bazı kalıntılar görülebiliyordu.
Saray ve limanın adının imparatorluğun pagan geçmişinden gelen bir isim olduğu açıktır, kimi kaynaklarda limana ismini veren sözcüğün ‘’bukalos’’ yani ‘’çoban’’ dan geldiği belirtilir. Bizans ortaçağında ise bu isim ‘’bus kaileon’’a dönüşmüştür, buna da neden olan yapısal unsur ise limanı süsleyen ve bir boğa ile aslanı birbirleri ile mücadele ederken gösteren heykeller olmuştur. İstanbul’un Bizans ve Osmanlı dönemindeki limanlarını inceleyen tarihçi Wolfgang Müller’e göre başlangıçta basit bir iskele halinde olsa da burada muhtemelen daha Bizans’ın ilk zamanlarında, mendirek ile korunan bir liman mevcuttu. Yalnızca imparatorluk gemilerine ayrılmış bulunan limanda gemilerin bakımı ile barınmasına yönelik hizmet veren tesislerin bulunup bulunmadığına dair elde somut bir bilgi bulunmamaktadır. Liman söz konusu işlevinin yanında, imparatorların ve saray mensuplarının deniz yolculuklarında ve üst düzey ziyaretçilerin ziyaretleri esnasında kullanılıyordu.
Faros
Ahırkapı ile Küçük Ayasofya arasındaki Büyük saray’ın güneydoğusunda yer alan Faros, Bizans döneminde şehre denizden yaklaşan gemilere yolunu göstermek amacıyla inşa edilmiş olan fener kulesiydi. Yapım tarihi bilinmemekle birlikte, erken Bizans dönemine ait olduğu sanılmaktadır. Askeri amaçlarla kullanılan Faros 9. yüzyılda, işaret ateşlerinden oluşan bir zincirin son noktası olarak, doğu sınırlarındaki Arap akınlarını başkente haber veriyordu. Faros hakkındaki bilgilerimiz Bizans kaynaklarının dışında büyük oranda 1390’da şehre gelen Rus hacılardan ve 1420’de Konstantinopolis’e de gelen İtalyan Seyyah Boundelmonti’nin anlattıklarından kaynaklanmaktadır. Buna göre Faros silindirik bir yapıydı ve en üst katında, dört sütunla çevrilmiş camların ardından yanan bir ateş vardı.
Fener büyük olasılıkla deniz surlarındaki 32 numaralı kulenin ya da burcun üzerinde inşa edilmişti. Ve Bukoleon Sarayı’nın hemen doğusunda saray duvarlarına 10. yüzyılda eklenen bölümün denizle buluştuğu noktada yerde bulunuyordu. Faros bugün Osmanlı dönemine ait takviye inşaatı ile kaplı bir haldedir.
Meryem Ana ya da Faros Kilisesi
Faros adı ile de bilinen bu kilise fenerin hemen arkasında uzanan Büyük Saray’ın alt taraçasının olduğu yerde bulunuyordu. Kilise Bizans’ta kutsal emanetlerin yer aldığı ve muhtemelen özel ayin günlerinde de sergilenerek ayin yapılan bir hazine dairesi gibiydi ve bu yüzden de Bizans’ın en özel ve en kutsal kilisesiydi. Burada saklanan bu çok özel kutsal emanetler arasında İsa’nın çarmıha gerildiği gün üzerinde olan ve kefen olarak kabul edilen elbisesi ve yine çarmıha germe esnasında kullanıldığı iddia edilen eşyalar bulunuyordu.
1204 senesinde Konstantinopolis’i yerle bir eden Latin İşgali esnasında şehirde bulunan pek çok askeri, sivil ve dini yapı gibi nu kilise de yağmalandı, tahrip edildi. Kilise bu olaydan sonra işgal atlatılmasına rağmen terk edilmiş bir halde yıkılmaya bırakıldı ve Fatih dönemine kadar ulaşamadan yok oldu.
Ahırkapı Feneri
Ahırkapı’da Marmara surları ile sahil yolu arasında Ahırkapı meydanına açılan sur kapısına girmeden önce kıyıda yer almaktadır.
III. Osman tarafından 1735 yılında yaptırılmıştır. Kaptan-ı Derya Süleyman Paşa nezaretinde inşa edilen bu ilk Osmanlı feneri Marmara surlarının Oluk Kapısı mevkiindeki bir burcunun üzerinde ahşap olarak yaptırılmıştı. Fener’in bakımı ve işletmesi önceleri bostan ocağındaydı, fenerin yanmasını sağlayan yağ kandillerinin yakıtı olan yağ ise Topkapı Sarayı’ndan temin ediliyordu. Abdülhamid döneminde bu uygulama değişmiş ve fenerin bakım ve işletmesi gedik usulüne bağlanmıştır. Bu uygulama ile fenerin bakımı babadan oğla geçmiş ve bu gelenek günümüze dek değişmeden gelmiştir.
Ahırkapı Feneri ahşap olduğu dönemlerde birkaç kez yangın geçirerek harap olduğundan, 1857’de Abdülmecid tarafından yeniden, ancak bu kez taştan inşa ettirilmiştir. Fener günümüze dek, çeşitli zamanlarda onarımlar geçirerek gelmiştir.
Fener kulesi dıştan bütünü ile sıvanmış ve gövdesi de tamamen beyaza boyanmıştır. Fener kulesinin silindirik biçimli gövdesi, siyah metal bir çember ile donatılmıştır. Camdan bir kafesin içinde yer alan fener, üzerine oturduğu ve korkuluğa dönüştürülmüş olan kare tabanlı balkon üzerine yerleştirilmiştir. Çokgen bir prizmayı andıran ve minare şerefelerine benzeyen balkon küçük konsollar ve şebekeli korkuluklarla desteklenmektedir. Yaklaşık 40 metre yükseklikteki bir kulenin tepesinde yer alan ve cam koruyucu içinde muhafaza edilen fener ise, iki saniye aralıklarla olmak kaydıyla dört saniye süresince ışık vermektedir.
Akbıyık Hamamı
Ahırkapı Akbıyık Mahallesi’nde Akbıyık Caddesi’nin sonunda, tren köprüsünün deniz tarafında, Keresteci Hakkı Sokağı’nın köşesinde yer almaktadır.
İstanbul’da günümüze kadar ulaşabilmiş hamamlar içinde en eskilerden birisidir. Bir çift hamam olarak inşa edilen yapının kadınlar kısmı günümüzde de çalışmaya devam etmekte, buna mukabil erkekler kısmı ise hali hazırda çalışmamaktadır. Nitekim çalışmayan erkekler kısmı orijinal yapısını da muhafaza etmemektedir. 1956-57 yıllarında yapıyı yenilemek için yapılan tamiratlar esnasında yapılan yanlış uygulamalar nedeni ile erkekler kısmının orjinalliği bozulmuştur. Buna karşılık yapı plan olarak ilk yapıldığı günkü halini muhafaza etmektedir.
Akbıyık Hamamı İstanbul’daki tarihi hamamlar içinde en eskilerden birisi olmakla birlikte, bunlar içinde nispeten az bir öneme sahiptir, bundan dolayı da, tarihi hamamlar içerisinde az bir yer tutmaktadır. 1946 yılında onarım geçirdiği esnada bir restorasyon kurbanı olan yapının camekanlı kısmı, kiremit ile örülmüştür. Ortasında terleştirilmiş olan ve yine kiremitle örtülen aydınlık feneri de bu onarım esnasında yerleştirilmiştir. Erkekler kısmında var olduğu çeşitli kaynaklarda belirtilen, ancak günümüzde olmayan fıskiyeli havuzun ise günümüze kadar gelmemiş olmasının nedeni bilinmemektedir.
Giriş bugün kahve ocağının bulunduğu bölümde yer alan antre kısmının yanında, soğukluğa geçiş de söz konusu kahve ocağının yanında bulunan kapıdandır. Soyunma odaları ise üst katta ve iki adettir, burada uzun kubbe altında bulunan, üç bölümden oluşmaktadır. Bu bölümlerden ilki, tek kubbeli ve dört köşe bir göbektaşı ile bunun çevresinde dizili bulunan kurnalardan oluşmaktadır. Bu kurnalardan birinin etrafı duvar ile çevrilerek halvet kısmı haline getirilmiştir. Sıcaklık kısmının ikinci bölümüyse küçük bir kubbenin altında iki kurnalı bir halvetten oluşmaktadır. Bu bölümün solunda da birisi küçük, diğeri ise ona oranla daha büyük kubbelerin örttüğü bir başka sıcaklık birimi bulunmaktadır. Bu kısım da bir duvarla ikiye bölünerek üç ayrı odacık halinde bir bölüm haline getirilmiştir. Yanlarda yer alan bölümlerse yarım duvarlar halinde bölünerek, ikisi tek, ikisiyse çift kurnadan ibaret dört halvet olarak yapılmıştır. Aynı plan her iki yanda da simetrik olarak izlenebilmektedir.
Yapının dış görünüşü bir hamamdan ziyade, birbirine yapışık bir yapılar kompleksi izlenimi vermektedir.
Akbıyık Mescidi ve Tekkesi
Eminönü İlçesi, Ahırkapı semtinde Akbıyık Caddesi ile Akbıyık Camii Sokağı’nın kavşak noktasında bulunmaktadır.
Banisi, Hacı Bayram-ı Veli Hz’lerinin halifelerinden, II. Murad ve Fatih devirlerinde ünlenmiş bulunan ‘’Şems-i Hüda’’ mahlası ile bilinen süfilerden Akbıyık Dede’dir (asıl ismi; Abdullah Ahmed Muhviddin ya da Mehmed Muhyiddin yahut Şemsi’dir). Mahalleye de adını veren yapının kurucusu olan bu zat Bayrami dervişidir.
Mescidin kesin inşa tarihi bilinmemektedir, her ne kadar bu zatın söz konusu mescidi İstanbul’un alınmasını takiben yaptırdığı yönünde yangın bir kanı olmakla birlikte, 1546 tarihli vakıf defterlerinde yer alan kimi ibarelerden bu bilginin doğruluğu şüpheli duruma düşmektedir. Öte yandan mescidin vakfiyesinin tescil tarihi 1464 olduğu için, her ne kadar İstanbul’un alınmasını müteakip olmasa da hayli erken tarihlerde, yani vakfiyenin tescil tarihinden az önce kurulduğu düşünülebilir ki, bu da hayli erken bir tarihtir. Bu nedenle Akbıyık Mescidi’nin İstanbul’da ilk yapılan mescidlerden birisi olduğunu söyleyebiliriz. Mescidin İstanbul’da inşa edilen camiler içinde kıbleye en yakın doğrultuda inşa edilmiş ilk dini yapı olması nedeni ile halk arasındaki adının, ‘’Evvel-i Kıble’’ (Önceki Kıble) ya da ‘’İmamü’l mescid’’ (Mescidlerin Önderi) olduğu da kaynaklarda belirtilmektedir.
Dikdörtgen bir plana sahip olan mescid ahşap çatılı ve 192 metrekare iç alana sahiptir. Duvar kalınlığı 90 cm’dir. Tek şerefeli minare eski gövde ve şerefesini halen muhafaza etmektedir. Akbıyık Mescidi’ne vakıf olarak 864 akçe gelir getiren tek katlı iki ev ile 500 akçe gelirli bir bahçe bırakılmış, bundan imama günlük 2, müezzine 1 akçe maaş olarak ayrılmıştır.
Akbıyık Mescidi’nin sonraki tarihlerde bir takım ek vakıflar ile gelirleri arttırılmış, mescid zamanın ve doğa koşullarının yıpratıcı etkisi ile çeşitli dönemlerde onarım geçirmiş, yapıya ek olarak başka hayır eserlerinin de eklenmesiyle ortaya küçük ölçekli bir külliye çıkmıştır.
Zamanla yapının kendisine de bir takım eklemeler yapılmıştır, minber kısmı Darüssade Ağası Mustafa Ağa tarafından ilave edilmiştir ve böylece mescit camiye dönüşmüştür.
Yapıyı küçük çaplı külliyeye dönüştüren eklemeler ise çok sonraki süreçlerin sonucudur. Bu anlamda ilk olarak vakfiye defterlerinde adı Hüsam bin Abdurrahman olarak geçen bir hayırsever, daha sonraki senelerde bu mescit / caminin yanına (1535 senesinde) bir mektep yaptırmıştır. Yazıcı Mehmed ismini taşıyan bir başka hayırsever ise 1793 senesinde minarenin karşısına bir şadırvan yaptırtmıştır. Daha sonra bu şadırvanın suyu çalınınca bu kez söz konusu zatın kızı Hacce Hanım, 19. yüzyılda bu şadırvanı yenileyerek ihya etmiştir. Yapı son olarak 1950’lerde Türkiye Anıtlar Derneği İstanbul şubesince ve semt halkının da yardımları ile yenilenmiştir.
Akbıyık Tekkesi’nin ise vakfiyede yer almamakla birlikte muhtemelen mescitle aynı zamanda yahut, mescit yapıldıktan kısa bir süre sonra 1484 senesinde yaptırıldığı, bir başka vakıf defterindeki kayıtlardan anlaşılmış bulunmaktadır. Zaman içinde ortadan kalkan tekke, 17. yüzyıl ortalarında dönemin güçlü Vezirazamı Köprülüzade Fazıl Mustafa tarikatından Carhacı Şeyh Ahmed Efendi geçmiştir. Böylece tekke yıllar sonra başka bir tarikatın hakimiyetine geçmiştir. Başlangıçta Akbıyık Dede’den dolayı Bayrami olan tekke, 17. yüzyılda Halvetilerin, sonraki süreçlerde 18. yüzyılda ise Cerrahiliğin bir kolunun, son onarım gördüğü zamanlarda ise Kadiriliğin hizmeti altında olmuştur. Tekkelerin kapatılmasından sonra harap düşerek onarılmayan tekke binası ne yazık ki günümüze kadar ulaşmamıştır.
Çift fonksiyonlu bir tesis olarak Akbıyık Mescit / Tekkesi’nin mimari özellikleri bütün ayrıntılarıyla bilinmemektedir. Yine de, geçirmiş olduğu üç aşamada tevhidhane olarak kullanılan mescit ile bunun avlusu etrafında sıralanan bir takım ahşap binalardan müteşekkil bir yapı olarak düşünülebilir. Daha sonradan yapıya eklenen ve mescidin avlusunda bulunan mektebin zemin katının tekke olarak kullanıldığı, bundan başka iki adet çift katlı binanın var olduğu bilinmektedir. Avlunun batı kesiminde yer alan ve halihazırda cami yaşatma ve yaptırma derneğinin olduğu yerde ahşap binalardan haremlik ve selamlık binalarının bulunduğu tahmin edilmektedir.
Geçen yüzyılın sonlarında baştan yapılan mescit / tevhidhane bölümü kagir duvarlı, ahşap çatılı ve mimari özellikler bakımından dikkat çekecek unsurlar bulundurmayan sıradan bir binadır.
Mescit de, tevhidhane de enine ve dikdörtgen planlı olan, kapalı bir son cemaat yeri ile harim (kadınların namaz kıldığı bölüm) kısmından meydana gelen bir yapıdır. Moloz ve taş örgülü, sıvalı bir halde bulunan, on biri harim bölümüne ait, toplam on yedi adet olan dikdörtgen açıklıklı ve demir parmaklıkla muhafazaya alınmış büyük pencereler bu bölümde sıralanmaktadırlar.
Cumhuriyet döneminde geçirdiği onarımla yenilenen son cemaat yerinin üst kısmındaki bölüm üstte mahfil olarak değerlendirilmiş, üst katı taşıyan betonarme sütunların arasına harim kısmına açılan pencereler yerleştirilmiştir. Duvarları bel hizasına gelecek kadar koyu yeşil renk fayanslar ile kaplanmış olan harim mekanın üst kısmıysa bir tekne tavan ile örtülmüştür. Tavan süslemeleri olarak yapılan nakışlar ise boyanarak yok edilmiştir.
Ahşaptan yapılmış olan mihrap ve minber ise tarz olarak yapıldığı yüzyılın sonlarında ortaya çıkan eklektik bir zevk anlayışını yansıtır mahiyettedir. Minareninse, yerleştirildiği yerin kitlesinden taşkınlık yapan gibi ilk yapılan orijinal binadan kalmadır. Pabuçtan sonraysa silindir gövdeyle, üç sıra testere silmenin taşıdığı, geometrik düzenli şerefe gelmektedir. Soğan biçimi taşıyan bir kubbecik olarak tasarlanmış olan kurşun kaplamalı ahşap külahla, minare sona ermektedir.
Yapıda genellikle orijinal binadan kalan unsurlar çok az olmakla birlikte, mescit / tevhidhane kısmının güneydoğu köşesinde yer alan pahın üzerinde bulunan bademli dolgunun ilk inşa sırasında kalmış olması ise kuvvetli muhtemel gözükmektedir.
Ahşap oyma tekniği ile yapılmış, siyah zemin üzerine sarı yaldız sülüs hatlı mihrap ayetiyle, talik hatla nakşedilmiş. ‘’Ya Hazret-i Bilal-ı Habeşi’’ levhaları ayrıca II. Mahmud döneminin estetik beğenisini yansıtan, helezonik biçimli, yivli pirinçten mihrap şamdanları ile yine aynı dönemin tarzını taşıyan sedef kakmalı rahle binada en çok göze çarpan eşyalardır.
Hazire kısmının duvarlarında ise sokağa açılan parmaklıklı ziyaret pencereleri mevcuttur. Kendisi Bursa’da yaptırmış olduğu ve günümüze kadar ulaşamamış bulunan imaret ile zaviyenin yanında bulunan türbede gömülü olsa da, Akbıyık Dede Hz’lerine burada bir makam kabri yapılmıştır, bu makam kabri mescit – tevhidhane bölümünün duvarının önünde bulunmaktadır.
Kapuağası – Mahmud Ağa Camii
Ahırkapı’dan Sultanahmet’e çıkarken, kendi adı ile anılan sokakta yer almaktadır. ‘’Kapı Ağası Camii’’ olarak da bilinir.
Banisi Babüssade Ağası Hadım Mahmud Ağa, mimarı Mimar yazılmaktadır. Cami, medrese, mektep ve çeşmeden oluşan bir külliye olarak yapılan ya da gelişen yapılar topluluğundan günümüze sadece cami ve yıkık mektep duvarları intikal etmiştir. Cami ise 1776, 1825 yıllarında çıkan meşhur Hocapaşa yangını esnasında harap olmuş, daha sonra yeniden inşa edilmiştir.
Caminin bugünkü hali olmaktan çok uzaktır, dolayısıyla caminin orijinal mimarisi bilinmemektedir.
Camiyi çevreleyen pencereler ince uzun, sivri kemerli ve büyüktür. Kiremitle örülen 1.50 metre kalınlığındaki duvarları çevrelemektedir. Kare planlı harim kısmı ise onarım görmeden önce kubbeli olarak inşa edilmiş olabileceği izlenimi vermektedir.
Ishak Paşa Camii
Eminönü İlçesi’nde Cankurtaran Mahallesi’nde, Bab-ı Hümayun’dan Ahırkapı Meydanı’na inen ve adını taşıyan mahallede Ishak Paşa Caddesi üzerinde yer alır. Banisi Fatih dönemi sadrazamlarından ve Beyazıd dönemi ricalinden Sadrazam Ishak Paşa’dır. O dönemde yanında camiye gelir getirmesi amacıyla vakfedilerek yaptırılan hamamı ve günümüze kadar ulaşamamış olan mektebi ile küçük çaplı bir külliye olarak yaptırılmıştı.
Caminin yapılış tarihi ile ilgili net bir bilgi olmamakla birlikte 1487 senesinde vefat eden Ihsak Paşa’nın ölümünden önce ve son şeklini alan vakfiyeye bakarak 1485 sonları olabileceği düşünülebilir. Minberi ise daha sonra Fatih’in vezirlerinden Mehmet Paşa koydurtmuştur.
Paşa, İstanbul’da Boğazkesen’de bir hamam ile yine İstanbul’da yaptırdığı diğer hamama bitişik 4 dükkanı bu mescide vakfetmiştir. Vakfiyede İmama 4’ü imaret, 3’ü çocukların okutulması için toplam 7 akçe vazife vermektedir. İmamın fakih ve hafız olmasını şart koşmaktadır. Müezzine ise kayyım vazifesi ile birlikte 3 hasır, kandil yağı ve diğer malzemeye günde iki dirhem tayin etmektedir.
Yapının giriş kısmındaki yan yana üç kitabeden, caminin 1704’te vakıf mütevellisinden Mahmed Ağa, 1732’de Bağdatlı Yahya Ağa ve 1811’de Padişah III. Selim’in üçüncü eşi Tab’ısafa Kadın tarafından, birbirlerini izleyecek biçimde çeşitli zamanlarda tamir ettirildiği anlaşılmaktadır. 1918 yılında Cankurtaran Mahallesi’ni baştanbaşa saran yangında harap olan cami ve hamamı onarılmıştır. Son onarım gördüğü tarih 1951 olan cami, bu onarım sırasında iyice elden geçirilerek ciddi bir değişiklik geçirmiştir. Tamamı ile moloz taştan inşa edilen caminin, tek kubbesi sekiz köşeli dış kasnağa oturmuştur. Yüksek, mütenasip 2 göz revaklı, yandan kapılıdır. Harabe halindeyken 1951 yılında yapılan tamir esnasında duvarları kalın sıva ile kaplanmış, ancak sonraki yıllarda bu sıvalar dökülerek duvar yüzü ortaya çıkmıştır. Caminin herhangi bir özelliği kalmamıştır. Caminin avlu kapısından harem kapısına kadar camlı bir yol yapılmıştır.
Cami, kare planlı ve kubbeli bir harim ile kare planlı ve kubbeli olmak üzere iki birimden oluşan bir son cemaat yerinden oluşacak biçimde inşa edilmiştir. Harim kısmının kuzey duvarında bulunan izlerden, yapının son onarım esnasında yenilenmemiş olan son cemaat yerinden kubbelerinin yuvarlak kemerle oturduğu anlaşılmıştır.
Harimin girişi kuzey cephesinin soluna (doğu kesimine) kaydırılmış, aynı cephede yer alan iki pencerenin arasına yapının ekseninde olmadığı halde küçük bir son cemaat yeri mihrabı yerleştirilmiştir. Moloz taşlar ile örtülü bulunan cephelerde, iki sıra halinde yerleştirilmiş dörder pencere yer almaktadır. Alttaki pencerelerin dikdörtgen açıklıkları mermer söveler ile kuşatılmış, topuzlu demir parmaklıklarla donatılmış ve tuğla örgülü sivri hafifletme kemerleri ile taçlandırılmıştır. Kurşun kaplı kubbe içerisinde pandantiflerle, dışarıdan sekizgen prizma biçiminde bir kaide üzerine oturur. Beden duvarlarının ve kasnağın saçakları testere dişli silmelerle oluşturulmuştur.
Harimin kuzeybatı köşesinde yer alan minare, kesme küfeki taşı ile örülmüş, yarım sekizgen biçimindeki bir kaide üzerine oturur. Silindir biçimindeki, tuğla örgülü gövdesinde küfeki taşından üç adet beyaz taş bilezik dikkati çeker.
Ishak Paşa Hamamı
Eminönü İlçesi’nde Cankurtaran Mahallesi’nde Ahırkapı Meydanı’na inen yolda Ishak Paşa Camii’nin batısında yer almaktadır.
Cami ile birlikte yapılan hamamın da yapım tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Hamam günümüzde depo ve imalathane olarak kullanılmaktadır. Sıcaklığın ve ılıklığın bazı kesimleri yıkılmış, geriye kalan ve artık bir hayli yıkık duruma gelmiş olan kesimlerde sonradan imalathanece açılan kapılarla özgün tasarımlarını önemli ölçüde yitirmiş bulunmaktadır.
Sadece hamam olarak tasarlanan yapının duvarları kaba yontma küfeki taşıyla yapılmış, üstteki kubbe ve tonozlar ise tuğla ile örülmüştür. Kare planlı ve soğukluk kubbesi ile örtülmüştür. Kubbeye geçiş, prizmatik üçgenlerin dolguladığı tromplarla sağlanmıştır. Giriş cephesi ile bunun solunda yer alan cephede, soğukluk kısmını aydınlatan, üç sıra haline düzenlenmiş pencereler görülmektedir. Sıcaklıkta Türk hamam mimarisinin en eski ve en yaygın biçimi olan dört eyvanlı plan uygulanmıştır. Kare planlı ve kubbeli köşe halvetlerinden birisi ılıklık olarak değerlendirilmiştir. Köşeleri pahlanmış kare planlı ve kubbeli merkezi birim göbektaşını barındırır.
Dört yönde bunu kuşatan eyvanlardan ikisi dilimli yarım kubbelerle, ikisi de yıldız tonozlarla örtülüdür. Köşe halvetlerine pahlı köşelerden geçiş sağlanmıştır. Ilıklık bölümüne açılan helanın varlığı temel izlerinden tespit edilmiştir.
Hekimoğlu Ali Paşa Validesi Çeşmesi
Ahırkapı’da Akbıyık Camii ile Ahırkapı Sokağı’nın kesiştiği yerde köşede bulunmaktadır. II. Mahmud dönemi sadrazamlarından Hekimoğlu Ali Paşa’nın validesi için yaptırdığı bu çeşmenin, yapım tarihi 1734’tür.
Dönemin estetik zevkini yansıtan çeşmenin beyaz mermerden yapılmış ön cephesinde görülen eksikliklere ve kopmuş bulunan suluklarına rağmen bu eserin 18. yüzyılın çok seçkin bir örneğini oluşturduğu söylenebilir. Yatay bir biçimde yerleştirilen dikdörtgen biçiminde tasarlanan yapının ön cephesinde, dikey eksende gelişen üç ünite oluşturulmuştur. Ortada dışa doğru taşırılmış, birbirine sivri bir kemerle bağlanmış iki ayak arasına aynataşı yerleştirilmiştir. Aynataşının önünde iki tarafında yer alan birer dinlenme taşı olan tekne vardır. Yan taraftaki üniteler birer sulukla zenginleştirilmiştir.
Simetrik süslemelere sahip yan ünitelerde ise üstte bir yarım rozet çiçeğini andıran, küçük istiridye biçimini taşıyan nişle taçlandırılarak estetik yönden zenginleştirilmiş suluk yer alır. Ters dönmüş bir palmetin üzerine yerleştirilen sulukların kaseleri ne yazık ki bugün mevcut değildir. İstiridye niş üzerindeyse iki tarafı hurma dalı ile sonlanan bir yelpaze motifi görülür. Onun da üstünde yayvan taşlara yerleştirilmiş iki tarafta birer mısır motifi ile süslenmiş armut ağaçlı panolar yer alır.
Çeşmenin farklı plastik nitelikler arz eden panolarındaki mısır motiflerinde belki de ‘’Mısırlı’’ lakabını kullanan bir ustanın yüksek kabartmalar ile üç boyutlu çalışmalara doğru gelişim gösteren sanatının izlerini görmek mümkün olmaktadır.
Hamamizade İsmail Dede Efendi’nin Evi
Ahırkapı’da Armada Otel’i geçtikten sonra Akbıyık Mescidi’ne doğru çıkan yolun başında, Akbıyık Mescidi’nin hemen karşısında, Yenikapı Mevlevihanesi’nin yetiştirmiş olduğu en büyük klasik Türk müziği üstadlarından Hamamizade İsmail Dede Efendi’nin, ölene kadar bu semtte yaşadığı evi yer almaktadır.
Dede Efendi’nin 1997’de müze haline getirilen evi günümüzde klasik Türk müziğini yaşatmaya çalışan musikişinasların buluşma noktası durumunda. Evi, üç katlı, cumbalı, ahşap bir konak, evin girişi bir konferans salonu gibi düzenlendiğinden Pazar günleri musiki severler fasıl düzenliyor. Üst katında Dede Efendi’nin meşk odası bulunuyor. Burada düzenlenen musiki sohbetleri ve meşk esnasında fonda çalan neyin tınısı, tahta merdivenlerde ayaklarınızın çıkarttığı gıcırtılara karışıyor.
Şehzadebaşı’nda doğan İsmail Dede Efendi’ye ‘’Hammamizade’’ lakabı babasının geçimini hamam işletmeciliği ile sağladığı için verilmiştir. Çok küçük yaşta ilahi okurken sesinin güzelliği ilkokul öğretmeni tarafından keşfedilen, dönemin musiki üstadlarından Uncuzade Mehmet Efendi’den ders alan İsmail Dede Efendi, ilköğrenimi bitirdikten sonra bir yanda Uncuzade’nin derslerine devam ederken, diğer yandan da Yenikapı Mevlevihanesi’ne devam etti. Orada Mevlevihane’nin postnişini ve devrinin musiki üstadlarından Şeyh Ali Nutki Dede’nin derslerini izledi, ancak Dede Efendi’nin asıl üstadı olarak Mevlevihane’nin musiki kuramcısı ve şeyhin kardeşi olan Abdülbaki Nasır Dede bilinir. Ney üflemeyi ondan öğrendiği söylenir. Mevlevihane’de aynı zamanda derviş olarak seyr-i sülukunu da sürdüren Dede Efendi, 1799’da çilesini doldurarak ‘’dede’’ unvanını kullanmaya hak kazandı. III. Selim tarafından da iltifatlara mazhar olan Dede Efendi bu dönemde sarayda dersler verirken, saraydan bir kadınla evlendi ve halihazırda Ahırkapı – Akbıyık’ta bulunan kiraladığı eve taşındı. Dede Efendi şimdi müze olan evinde ölmedi. Hacca gittiği esnada koleraya yakalanarak hayatını kaybeden bu büyük üstad, Türk musikisinin en çok eser veren bestekarlarından oldu.
Ahırkapı Büyük Roman Orkestrası
700 yıl kadar evvel, Balkanlar’a ilk geldikleri zamandan beri Roman Çingeneleri Avrupa’nın bir parçası olmuştur. Kendilerini, insan veya kişi anlamına gelen ‘’Rom’’ kökünden gelen ‘’Roman’’ olarak adlandırırlar ve konuştukları dille de ‘’Romanca’’ demişlerdir. Türkiye’de de Osmanlı yahut Çingeneler, bir yandan demirci ustası olarak çalıştırılırken, diğer yandan pek de rahat olamamışlar, Osmanlı’nın ataerkil yapısı ile kendilerinin göçebe toplumsal yapılarından getirdikleri, yerleşik toplumlarla çoğu kez uyuşma sorunu yaşayan ahlaki değerleri ve eğlence düşkünü hayat biçimleri nedeni ile zaman zaman sürgün edilmişlerdir. Marmara kıyısındaki sur kapıları içerisinde Samatya’da mekan tutmuşlarken buradaki Ermeniler ile uyuşmadıklarından dolayı devrin sadrazamına şikayet edilmişler, paşa da onları buradan sürmüştür. İstanbul’un çeşitli bölgelerine dağılan çingenelerin mesken tuttukları yerlerden birisi de burası olmuştur.
Ahırkapı, Türk Romanlarının uzun yıllardan bu yana yerleşik hayata geçtiği semtlerinden biridir. Ahırkapı Roman Orkestrası çıkarttığı müzik albümü, Ahırkapı semtinde mesken tutmuş Türk Romanlarının geleneksel yaşam tarzını, müzik yoluyla ifade ettikleri uzun, titiz ve yorucu bir çalışmanın ürünüdür.
Ahırkapı Büyük Roman Orkestrası, aynı mahallede büyümüş, kader birliği yapmış 26 müzisyenin bir araya gelerek oluşturduğu Türkiye’nin en büyük roman orkestrasıdır.
Yıllarca sokaklarda ve bulabildikleri her platformda kendi kültürlerini müzik vasıtasıyla ifade etmeye çalışan roman müzisyenler, Armada Otel’in sahibi Kasım Zolo’nun çabalarıyla bir araya gelerek orkestra halini almış ve Sony ile yaptıkları dünya çapında anlaşma sonucu ilk albümlerinin kayıtlarını tamamlamışlardır.