Daha önce Gülhane Parkı içinde Sur-i Sultani denen saray duvarlarının dibinde 2008 yılında yeni bir müze açıldı. İstanbulluların mutlaka gezmesi gereken bu müzenin ismi “İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi”… Müze ile ilgili Dr. Detlev Quintern oldukça kapsamlı bir yazı hazırlamış…

2008 yılı ilkbaharında açılan İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi; Has Ahırlar isimli, Osmanlı padişahlarının o zamanki, şimdi restore edilmiş olan ahır binalarında, Gülhane’de bulunmaktadır. Müzenin eski iç duvarında görünen, eskiden padişahların atlarının bağlandığı demir halka ve çubuklar günümüzde müze binasının daha önceki kullanımının şahitliğini yapmaktadırlar. Müzenin tarihi duvarlarının güzelliği, geçmişi ve çağdaşı birbiriyle en modern gösterim teknolojisi yoluyla kaynaştırmaktadır.

2008 yılı ilkbaharında açılan İstanbul İslam Bilim ve Teknoloji Tarihi Müzesi; Has Ahırlar isimli, Osmanlı padişahlarının o zamanki, şimdi restore edilmiş olan ahır binalarında, Gülhane’de bulunmaktadır. Müzenin eski iç duvarında görünen, eskiden padişahların atlarının bağlandığı demir halka ve çubuklar günümüzde müze binasının daha önceki kullanımının şahitliğini yapmaktadırlar. Müzenin tarihi duvarlarının güzelliği, geçmişi ve çağdaşı birbiriyle en modern gösterim teknolojisi yoluyla kaynaştırmaktadır.

Eğlence Otomatı El Muradi ( 11. yy 2. yarısı)

İslam dininin (İ.S.) 8. ve 16. yüzyıllar arasındaki bilim ve teknikteki inkişaf devrinin tamamının kapsayıcı şekilde görülmesini sağlayan eserler, müzede 3 bin 500 metrekarelik alanda gösterilmektedirler. Coğrafya, astronomi, denizcilik, tıp, mineraloji, kimya, fizik, optik ve saatler, savaş teknolojisi, değirmenler ve mimarlık alanlarında sunumlar müzede bulunmaktadır. Ayrıca yeniden yapımı gerçekleştirilmiş alet, düzenek ve modeller ile İslam kültürü coğrafyasından Avrupa’ya gerçekleştirilen bilim ve teknoloji akımı canlandırılmaktadır.

“Rönesans” Avrupa merkezci bilimler tarihi kayıtlarında, antik çağın doğrudan doğruya yeniden hayata geçirilmesi olarak kabul görmektedir. Antik Çağ sonları ve Rönesans arasında kalan bin yıl ise “karanlık zaman” olarak nitelendirilmektedir. Bilimler tarihinin devamlılığını bozucu bir tarih tablosu, Arapİslam bilimlerinin 9. yüzyılın başı ile 16. yüzyılın sonu arasındaki yaratıcı çağı karartmayı başarmıştı. Bu dar ve kendini öne çıkaran tarih anlayışı, en iyi anlamda İslam Bilimleri’ne sadece bir taşıyıcı rol biçerek, sanki o dönemde birçok bilim alanında gelişmeler sağlanmamış, yalnızca Yunanca’dan Arapça’ya tercümeler yapılmış sonucunu çıkartmıştı.

Tabiidir ki, Arap-İslam bilimleri, felsefe veya tıp bilimi de Yunanca ve diğer dillerden (Arâmice, Sanskritçe ve diğerleri) alınan bilgilerle bağlantılı bulunmaktadırlar. 9. yüzyılın ilk yarısında Bağdat’taki Abbasi Halifesi Al-Ma’mûn tarafından desteklenen kısa bir Arapça’ya tercüme aşaması ve ona paralel yürümüş olan mevcut bilgi ile yapılan tartışmalar, Arap-İslam bilimlerine 9. yüzyılın başından itibaren, birçok bilim dalında sarsıcı keşiflerle kendi yaratıcılığını başlatma imkânını vermiştir.

Galen (solda), İbni Sina (ortada), Hippokrates (Sağda)

Böylece, teori ve deneyleme ile edinilen bilimsel sonuçların kullanılması, topluma değişik şekillerde kazanımlar olarak sunulmuştur. Bilimlerin etik yerleşimine devamlı dikkat edilmiştir. Ayrıca bilimlerin her alanında gözetilen, teori ve pratiğin yakın birleşimi, deneysel ve uygulamalı bağlantılar, bilim tarihçilerini ve onlar arasından George Sarton’u, modern bilimlerin Abbasi Halifeleri çağında -9. yüzyılın başındaki İslam dünyasında- kurulduğu inancına vardırmıştır. Müzede bu tarihi bağlantılar görselleştirilmektedir. Avrupa “Rönesans”ı veya sonraki “Aydınlanma” gibi fenomenler kendilerinin Arap-İslam temelleri olmaksızın düşünülemez.

Prof. Dr. Fuat Sezgin’in yorulmak bilmeyen çabaları sayesinde, bilimler tarihinde uzun zamandır mevcut olan, İslami katkıları dışlayarak, antik çağdan doğrudan Rönesans’a geçildiği şeklindeki yanlış kanaat günümüzde artık görülür halde devre dışı kalmaktadır.

Her ne kadar 19. yüzyılın sonuna doğru ve 20. yüzyılın ilk yarısında Yunan ve Latin dillerine yönelik, J.W. Goethe’den başlayıp Sedillot’dan Julius Ruska’ya -İslam kimya tarihinde kanıtlanmış bir tarihçi- kadar şarkiyatçılar müzede bir galeride takdirle anılıyorlarsa da, Arap-İslam bilimlerinin insanlığın gelişmesine olağanüstü katkısının günümüz bilimler tarihinde tanınması, Prof. Dr. Fuat Sezgin ve onun tarafından 1982’de Almanya, Frankfurt am Main’da kurulan enstitü, oradaki bilimler tarihi koleksiyonu ve yıllarca çalışmanın sonucunda oluşmuş kütüphane sayesindedir.

Bu bağlamda Prof. Dr. Fuat Sezgin’in 15 cildi kapsayan “İslam Bilimler Tarihi” isimli eseri yanında araştırmacıların  İslam bilimleri tarihinin değişik alanlarındaki çalışmalarını ihtiva eden bin 300 ciltten fazla yayından da söz edilmesi gerekmektedir. Sadece tıp alanında yüzden fazla cilt mevcuttur. Beş ciltlik müze kataloğu, bir ciltlik özeti ile Türkçe’ye de çevrilmiştir.

Artık İstanbul’da, bu amaca hizmet için özellikle kurulmuş müzede sergilenen, alet ve düzeneklerin modellerinin büyük bölümü yazılı ve resimli kaynaklara dayanarak tasarlanmış ve yeniden yapılmıştır. İslam bilimler tarihi alanında dünyanın en büyük koleksiyonu böylece oluşmuştur. Aşağıda sadece müzede canlandırılan bazı bilim alanlarından ve bunların doğudan batıya özümseme yollarından bahsedilecektir.

Yerkürenin özellikleri ve hareketindeki bilgilerin gelişmesi ile uyum içindeki coğrafya ve dünya resmindeki değişimler müze ziyaretçisini, girişteki Al-Ma’mun’un dünya küresi ile müzeye ısındırmaktadır. Evrensel âlim İbn al-Haitam (ölümü 432 H./1041 İ.S.) mikro ve makrokosmosun, dünya
ve kâinatın ahenkli bütünlüğünü şöyle kelimelere dökmektedir: “Evren bütün değişmelerine rağmen bir düzen ve bütün ayrıntılarına rağmen bir ahenk içindedir.”

Bu uyumlu düzenin en hassas doğrulukla bilimsel sistematik keşfi İslam Bilimlerinin kaydettiği ilerleme sayesinde olmuştur. Arap-İslam bilimleri Yunanların, Farsların ve Hintlilerin bilgilerinden istifade ettilerse de, birçok alanda bilimlerin düzeyini sınamışlar, düzeltmişler ve yeniden düzenlemişlerdir.

Bilgiye olan sevgi ve özlem, tabiat ve kozmosun sayılarla kavranamayan düzenine mümkün olduğu kadar
yaklaşabilmenin gerekliliğini kabul etmekle bağlanarak, genç İslam âlimlerini 7. yüzyıldan (İ.S.) beri devamlı daha iyi izleme ve ölçme metotları ve bunlara göre alet, cihaz ve teraziler geliştirmeye yöneltmiştir. 9. yüzyıl ile olgunlaşmaya başlayan ve sadece yeni bir bilim anlayışı başlatan değil de, bunu devamlı olarak insanlığın mutluluğu için kullanmaya çalışan bir mükemmeliyyet…

Bugünkü konuya yaklaşan kavram “hassaslık gerektiren bilimler” olabilir. Müzede sergilenen tüm aletler hassas ölçümün en yüksek derecelerini göstermektedirler. Hassasiyete olan sevgi, estetik el ele yol almaktadırlar.

Bir enstrüman sadece işlevini yerine getirmekle kalmamalı, ayrıca güzellik ve oluşumundaki uyum taleplerini de karşılamalıdır. Örnek olarak, trigonometrik uygulamalarla yer üstündeki pozisyonları mümkün olduğunca gerçeğe yakın tespite yarayan astrolaplar; aralarında ilk defa yapılmış, tam zamana bölümlü, 13. yüzyılda Fas’taki Qarawiyûn Camii’nde bulunan saatin çok başarılı bir rekonstrüksiyonu olan saat; al-Hâzinî tarafından geliştirilen 1: 60.000 hata oranlı hassas terazi veya Ar-Râzî tarafından 10. yüzyılda geliştirilen ve bugünkü kimya labarotuvarlarında eksikliği düşünülemeyen damıtma aygıtları verilebilir. Bütün bu aletler ve araçlar işlevlik, hassaslık ve estetiklerindeki uyumla göz alıcıdırlar.

Savaş Teknolojileri Salonu

Biz gene de daha önce bahsedilen, ziyaretçileri müze gezisinden sonra uğurlayan Ma’mûn yerküresine dönelim. Mermer taban üzerinde süslemeli bir çıtalarla bezenmiş olarak, Afrika’nın çepeçevre denizden seyrinin mümkün olduğunu gösteren Ma’mûn yerküresi durmaktadır. Prof. Dr. Fuat Sezgin 9. yüzyılın ilk yarısındaki bir dünya haritasının bilgilerinden hareket ederek enlem ve boylam derecelendirilmesine dayanan haritanın rekonstrüksiyonunu yapmıştır. Kürevi projeksiyon metoduna göre yapılmış en eski haritadır. Al-Ma’mûn haritasında yerleşim yerlerinin ve coğrafi noktalardan yaklaşık 3 bin kadarının koordinatlarının bulunması, kürenin rekonstrüksiyonunu mümkün kılmıştır. Coğrafi noktaların yerkürede tam olarak belirleme becerisi, 7 yüzyıl sonra meşhur 1513 tarihli Piri Reis haritasında başka bir bilimsel zirveye ulaşarak, Güney Amerika Kıtası’ndaki kıyı şeridini tam bir kesinlikle vermeyi başarmıştır. Bugünkü teknik imkânlar, dünyadaki bir yerin tespitini ve bulunmasını basitleştirmişlerdir. İslam Bilimleri ve Tekniği’nin yeni yollar açan çabaları olmasaydı bunlar mümkün olamazdı. Böylece “MÜZE” ziyaret edilmeye ve bilimler tarihine bir keşif seyahati yapmaya davet ediyor.