Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi’nde 21 Ocak – 1 Nisan 2012 tarihleri arasında “Konstantiniyye’den İstanbul’a – 19. Yüzyıl Ortalarından 20. Yüzyıla Boğaziçi’nin Anadolu Yakası Fotoğrafları“ sergisi düzenlendi. Bu serginin açılışında bulunan basın mensuplarına bir bülten dağıtıldı. Bu bülten içerisinde eski İstanbul fotoğrafları ve şimdi paylaştığım semtler hakkında metinler yer alıyordu bu metinlerin İstanbul’a dair bir “blog”ta kullanılması doğru olur düşüncesi ile paylaşıyorum…
Batılı yazarlar sık sık İstanbul’un “Tatlı Suları”ndan sözeder. Kağıthane Vadisi ile Göksu ve Küçüksu Dereleri’nin oluşturduğu geniş alanlar, erken dönemlerden itibaren Avrupa ve Asya’nın tatlı suları ve mesire alanları olarak ilgi görmüştür.
Günümüzde unutulsa da Boğaziçi’nde iki tatlı su vadisi bulunur. “Eaux-Douces d’Asie olarak” adlandırılan bu vadiler Küçüksu – Göksu ve Hünkâr Vadisi’dir.
İstanbul’un fethinden hemen sonra Fatih Sultan Mehmed bu vadide Tokat Köşkü ve av alanını yaptırır. I. Mahmud döneminde yenilenen ve adı Kasr-ı Hümayun olarak değiştirilen köşk ve çevresindeki geniş hasbahçe, zaman içinde terk edilir. İmparatorluğun sanayileşme hamlelerinin ilklerinden olan kâğıt fabrikası ile çuhahane, III. Selim döneminde bu alanda kurulur. 1833’te II. Mahmud’un saltanatı döneminde Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa ile yapılan savaşta yine bu alana beş bin Rus askeri yerleştirilir. Daha sonra yapılan Hünkar İskelesi antlaşması anısına “Moskof Taşı” adıyla anılan bir anıt dikilir. Yoğun ağaçlıklı, küçük akarsuların dolaştığı alan, Miss Pardoe, Moltke, Pierre Loti gibi Boğaziçi aşıklarının ilgisini çeken bir mesire yeridir.
Beykoz denince akla önce Beykoz Kasrı gelir. 1846’da yapımına başlanan Kasır 1857’de tamamlanır. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın dönemin padişahı Abdülmecid’e armağanıdır ve Boğaziçi’nin ilk kâgir sarayı olarak bilinir.
Bir dönemin ünlü mesire yerlerinden Beykoz Çayırı ve 1869’da Fransız İmparatoriçesi Eugénie’nin İstanbul’u ziyareti nedeniyle Abdülaziz’in bu çayırda yaptırdığı Hünkar Köşkü’nden sözetmeden Beykoz’u anlatmak mümkün değildir.
Yalıköy, Beykoz Kasrı’nın bulunduğu tepenin güney yamacında, kıyı boyunca gelişen küçük bir mahalledir. Zaman içinde Beykoz Çayırı’nın güneyi boyunca gelişen bu yerleşme, 1851 tarihinde Beykoz ile Yalıköy arasına yapılan Şirket-i Hayriyye’nin Beykoz Vapur İskelesi inşaatından kısa süre sonra Beykoz iskanı ile birleşir ve Yalıköy ismi unutulur.
Erken dönemlerde “Amykos” koyu olarak bilinen, sonraları “Amaia” veya “Mermer İskele” adıyla anılan Beykoz isminin kökeni konusunda pek çok tez ileri sürülür. Bunlardan biri “Beykoz” yani “Bey Cevizi”dir. Bir diğer görüş ise kelimenin Farsça “kos” yani “köy” kelimesi ile Kocaeli valilerinin bir dönem burada oturmalarından dolayı “Beyköyü” anlamına gelen “Beykos” dendiğidir. Geçmişin Beykozu XIX. yüzyılın ikinci yarısına kadar şehirle organik bağları olmamasına karşın Türklerin, Rumların, Ermenilerin ve Yahudilerin bir arada yaşadığı kozmopolit bir yerleşmedir.
Beykoz’u diğer Boğaz yerleşmelerinden ayıran bir özelliği de yönetiminin Müneccimbaşılara bağlı oluşudur. Yeniçeriliğin ortadan kaldırılmasından sonra değişen bu durumda, şehremanetine bağlı bir kaymakamlığa dönüşen Beykoz’un yüzyıllara yayılan ilginç bir geçmişi vardır.