Adanın Maden semtinde, Nakibey Plajı içinde kalmış (hala bakiyeleri görülen) Kadınlar Manastırı, 8. yüzyılda, II. Justen Manastırı’nın tamir ve genişletilmesi olarak kabul edilebilir.
Diğer adaların aksine Büyükada’nın Antik ve Bizans döneminde köyü güney yönündedir (lodos tarafında). Daha sonra, kilise ve manastırın yapılmasıyla ‘’Aya Nikola’’ koyu adını alacak olan, doldurula doldura hemen hemen düz hale gelen koyun çevresi ‘’Karye Köyü’’ idi. Buradaki kale, 1453’deki İstanbul’un Fethi’nden önce Baltaoğlu Süleyman Bey’in donanmasıyla ele geçirilmiştir.
Bu Karye Köyü’nün 15. yüzyılın ortalarına kadar, değişik ülkelerle, özellikle Marmara Denizi güney sahilleri ve Yunan kolonileriyle ticaret yaptığı, 1955 yılında bahçe düzenlemesi yapılırken ortaya çıkan Kizikos Definesi’ndeki altın sikkelerden anlaşılmaktadır (Bu paralar, İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin Define Bölümü’nde, aynı isimli koleksiyon korunmaktadır).
Adada sürgün ve hapis hayatı, Roma İmparatorluğu’nun başkentini İstanbul’a nakleden Konstantinus zamanında başlar. Ermani Katalikosu (piskopos) Nerses, Arius’a karşı olduğu gerekçesiyle önce Oxia’ya (Sivriada) sürülmüş, daha sonra Ermenistan Kralı III. Arşak tarafından herhalde daha hafif bir sürgün yeri olarak Büyükada’ya gönderilmiştir. İmparator Heraklis kendine karşı bir ayaklanma hareketine geçtiğinde şüphe ettiği oğlu Attalarik’i 637 yılında buraya sürmüştür.
Büyükada İsmi
Bu geniş kesiti 4625 metre ile Adalar ilçesinin en büyük ve en gösterişli adasıdır. Eski isimleri: Prinkipos, Meale Demonesi, Beyadası ve Fetih’ten sonra da ‘’Büyükada’’. 569 yılında İmparator II. Jüsten’in burada (eski limanın yanında) bir saray yaptırmasıyla ‘’Prens Adası’’ ismi kısa zamanda diğer adalar içinde yaygınlaşarak ‘’Prens Adaları’’ haline gelmiştir (VI. Yüzyıl Bizans yazarlarından Sadranos’un kaydı). Batı literatürü ‘’Les lles des Princes’’ deyimini kullanmaktadır. Büyükada’nın eski isimlerinin çoğu ‘’büyük’’ sıfatı etrafında toplanmıştır.
Büyükada’nın tarihinde şüphesiz en fazla iz bırakmış olanı, İmparatoriçe İrini’dir (Eirene). 797’de, oğlu VI. Konstantinus’u tahttan indirip yerine geçen İrini’yi Papa ve birçok Hıristiyan hükümdar, kadın olduğu için imparator olarak kabul etmek istememişlerdir. Ancak, Charlman onu sadece Batı Roma İmparatoru değil, kendisinden önce gelen şöhretli imparatorların da halefi sayıyordu. Fakat Hıristiyan aleminde iki imparatorun ortaya çıkmasının Avrupa birliğine ters düşeceği endişesi ile İrini tahttan indirilip Büyükada, Maden’deki kendisinin genişlettiği Kadınlar Manastırı’na sürgün ediliyor.
Her sayfasında görüleceği gibi, adaların romantizmi ile bağdaşmayan, mücadeleler, cinayetler, entrikalar ve katiller dehşet ve ibret vericidir. Asıl garip denilebilecek husus, bu sürgünlerin birçokları yüksek dereceli din adamı olduğu gibi, burada ıstıraplı hayata girdikten sonra mahkumların itibar kazanmasıdır.
9. yüzyıl başlarında ikona (tasvir) mücadeleleri nedeniyle, Aziz Theodor ve ikonları savunan arkadaşları bu manastıra sürülüyor; çektiği sıkıntılar, İznik Piskoposu Petro’ya yazdıkları mektuplardan anlaşılmaktadır. Burada ulak (posta) servisinin mevcudiyeti ilgi çekicidir. İmparator Zoi ve Studios (Yedikule) Manastırı’nın başrahibi Theodoros buranın zorunlu konukları olmuştur.
10. yüzyıl ortasında Rus korsanları Boğaziçi ve adaları yağmalarlar; bunu 1204’de Haçlıların İstanbul’u ve adaları talan etmeleri izler, buldukları her şeyi götürürler. Halen adalarda kiliseler mevcut olup faal manastır yoktur.
Günlük yaşam Büyükada’da genellikle şöyledir: Fetih’ten yüz yıl sonra İstanbul adalarına gelen gezgin Pierre Gile, güneydeki Karye Köyü sakinlerinin balıkçılıkla geçindiklerini kaydetmiştir (The Antiquities of Constantinople). Makilerin bir güzel cinsi olan kocayemişler adalarda sonbaharda bol miktarda bulunur. Çamlar altında mantarlar (özellikle Kanlıca denilenleri), tavşanlae, keklik, sarıasmalar, süt için keçiler, üzüm bağları, çevrede bol balık bulunuyor; harp ve istila dönemlerinde buğday ekimi ön plana çıkıyor, su çok gelişmiş sarnıçlardan elde ediliyordu.
Adaların şarabı da şöhretli idi. 1950 yılına kadar bütün adalarda bağ kütükleri görülüyor; Bizans, Osmanlı ve Cumhuriyet’in ilk otuz yıllık döneminde buralara kaliteli şarap içmek için geliniyordu. Son üretim (1965’te) Burgazadası, Hristos Manstırı’nda yapılmıştı. Adalarda arıcılık da vardı, hala üretenler mevcuttur.
Çiçekçilik yakın zamana kadar devam etmiştir. Heybeliada Yörükalı Plajı arkasındaki seralarda orkide bile yetiştirilmiştir, bazı yarışmalarda derece dahi alınmıştı. I. Dünya Harbi (1914-1918) sırasında adaların üretimini buğday ve değirmenler oluşturmuştu.
İstanbul’da veba ve kolera çıktıkça adalara kaçılırdı. Ciğer hastaları da, rutubetsiz iklimi, kızılçamların yaydığı rayiha ve temiz hava nedenleriyle kür veya tedavi için buralara gelirdi. Ünlü Avusturya Sefiri Ogier Ghiselin de Busbecq de İstanbul’da çıkan veba salgını nedeniyle, korunmak için 1562 yılında bir süre Büyükada’da yaşamıştır. 16. yüzyılda yazılmış, yani dört yüzyıl öncesine ait gözlemleri şöyledir:
‘’Büyükada İstanbul civarındaki adaların en büyük ve en güzelidir. Sandalla (Pazarkayığı) dört saatte gidilir. İçinde iki köy vardır. Diğer adalarda sadece birer köy bulunuyor, hatta bazılarında o bile bulunmuyor. Adalardaki üç aylık ikametimizden çok memnun kaldım. Kalabalık ve gürültüden uzak, dinlendirici bir yerdi burası. Pek az Rum buranın halkını teşkil ediyordu. Lavanta çiçeği, dikenli mersin gibi çok çeşitli bitkiler mevcut. Deniz de çok çeşitli balıklarla dolu.’’
Evliya Çelebi 17. yüzyılda, iki yüz kadar Rum evi bulunduğunu Seyahatname’sinin I. Cildinde anlatmaktadır. Birer yüzyıl arayla Büyükada’ya baktığımızda iskan sahasının 18. yüzyılda kuzey yönüne döndüğünü görüyoruz. Madencilik, kömürcülük ve balıkçılık ön plandadır. 18. yüzyılın ilk yarısının karakteristiği olan Lale Devri’nin, ulaşım zorluğu bakımından adalara yansımadığı görülmektedir.
Bir yüzyıl sonra (19.yüzyıl), adalar hareketlenecektir. Genel nüfus 2,5 misli artmıştır. 1808’de Grigosyen, 1826’da Hrisantos, 1878’de Antimos Sofraniyos adlı patrikler adaya sürgün edilmiştir. (Patrikler için bakınız: M. Gedeon, Patriakhoi Pinakes, İstanbul, 1886, Tez). Bu yüzyılın sonuna kadar Ortodoks sürgün geleneğinin böylece devam ettiği görülmektedir. Ancak, bu dönemin ortasında ve sonrasında Kırım Harbi’nin etkisiyle Levantenlik, garp sosyeteciliği, gösteriş ön plana çıkmıştır. İngiliz donanmasının, birinci defa Kırım Harbi sırasında (1850); ikinci defa Sultan II. Abdülhamid’in ikinci padişahlık yılında Rusların Balkanları aşıp Şıpka’ya inmeleri nedeniyle, İstanbul’un işgalini önlemek için Büyükada önlerinde demirlemesi, Büyükada ve adalara ilgiyi arttırmıştır.
Adanın doğusundaki semte ismini veren ve otuz yıl öncesine kadar kalıntıları görülen demir madeni, 13. yüzyılda Osmanlı Devleti tarafından işletilmiş, cevherinin değeri azaldığından durdurulmuştur. 1968’de çevresi siyah demir cüruflarıyla kaplı büyük çukur doldurularak üzerine apartman inşa edilmiştir. 19. yüzyılın sonunda, iskelenin karşısında bulunan yer limandı. Kömür kayıkları, karpuz ve şarap getiren mavnalar yüklerini burada boşaltırlardı.
Beyaz Ruslar, devletleri mağlup olunca İstanbul’a gelip yerleşerek, adalarda da plajlar, gazinolar, pastaneler açtılar. Adanın iki tepesi üzerindeki Aya Yorgi ile Hristos Kilisesi ve Manastırları 19. yüzyılda yalnız Ortodoksların değil, ada ve İstanbul halkının da ziyaret yerlerindendi. İskele yakınındaki arabalarla veya merkeplerle çıkılırdı. Araba ile dört kilometreyi bulan küçük tur; dokuz kilometreyi bulan turlar günümüze kadar cazibesini devam ettirmektedir.
Ve 19. yüzyılın sonuna doğru ‘’Fevaid-i Osmaniye’’ adı altında, vapur seferlerinin başlaması; ardından da 1909’da Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilip yakınlarının Büyükada’ya sürülmesi yepyeni dönemleri başlatmıştır. Bugün gördüğümüz köşklerin en önde gelenleri o dönemin yapılarıdır. Conk Paşa, Arap İzzet Paşa ve diğerlerinin köşkleri bunlar arasındadır.
I.Dünya Harbi (1914-1918) ve hemen arkasından İstiklal Savaşı (1919-1922) yılları, iddialı yaşayışın biraz da endişeli bekleyişlere girdiği kısa bir dönemdir. 1923’den sonra tekrar ferahlama; 1928’de Anadolu Kulübü’nün Cumhuriyet Halk Fırkasının adadaki bir şubesi gibi kurulması; 1927’den sonra Gazi’nin buraya sık sık gelmesi Anadolu Kulübü’nü ön plana çıkarmıştır.
Sadece milletvekilleri, vekiller heyeti değil, şair ve bestekarlar da ada yaşantısında yerlerini almışlardır. Bunlardan bazıları: Fazıl Ahmed Aykaç, Ahmed Refik Altınay, Yahya Kemal Beyatlı, Halide Nusret Zorlutuna, Mehmed Akif Ersoy, Ömer Seyfettin, Hüseyin Siret Özsever, Faruk Nafiz Çamlıbel, Halit Fahri Ozansoy, Fırat Kızıltuğ, Yesari Asım Arsoy, Osman Nihat Akın, Arif Sami Toker, Şükrü Tunar’dır. Şiirler ve bestelerle aynı zamanda adaların coğrafyası, iklimi hatta tarihçelerini de belirtmiş oldular. Bu şair ve bestekarların Büyükada’da asli ortamları Dil ve Eski (Viran) Bağ’dır.
Zamanımızda Büyükada’da Anadolu Kulübü’nden başka, Seferoğlu arazisinde ve Kumsal mevkiinde sosyeteye mahsus iki geniş kulüp faaliyettedir. Büyükada sayfasını çevirirken, Rum Eytamhanesi ile Hamidiye Camii’ni de görmemiz gerekir.
Büyükada’da 19. yüzyılın üçüncü çeyreğine kadar cami yoktu. Müslüman nüfusun çoğalmasıyla belirgin cami ihtiyacı Sultan II. Abdülhamid’e arz edilmiş, onun buyruğu ve desteği ile bugünkü Tepeköy Mahallesi’nin yamacındaki kagir, fevkani cami yaptırılmıştır. Zamanımızda adada ayrıca yeni üç mescit daha bulunmaktadır.
Rum Yetimhanesi
Eski Rum Yetimhanesi Hristos, yeni adı ile İsa Tepesi’nde bulunmaktadır. 1898 yılında Avrupa’dan İstanbul’a yolcu taşımaya başlayan Orient Express ile turistlerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere Tepabaşı’nda Pera Palas Oteli’ni inşa ettiren ‘’Compagnie İnternationale des Wagonslits’’ (Uluslararası Yataklı Vagonlar Şirketi) isimli Fransız şirketi, turistlerin yaz aylarında da kalabilecekleri bir otel tasarlamış, en uygun yer olarak Büyükada’nın Hristos, İsa Tepesi seçilmiştir. Şirket, ‘’Pirinkipo Palace’’ adını taşıyacak otelin projesini dönemin ünlü yapılarına imzasını atan mimar Alexandre Ballaury’ye çizdirmiştir. 1898 yılında başlayan inşaat ertesi yıl tamamlanmış, sonuçta ortaya zamanın ölçülerine göre gayet geniş ve görkemli bir bina çıkmıştır. Yapı sadece Büyükada’nın değil, İstanbul’un hatta ülkemizin ayakta kalabilmiş en büyük mono-blok ahşap binasıdır. Dünyanın da sayılı mono-blok ahşap yapılarından olarak gösterilmektedir. Bina hiçbir zaman otel olarak açılmamıştır. Tam olarak bilinemeyen nedenlerden (kimilerine göre otelde kumar oynayacak olmasından, kimilerine göre gözden bir hayli uzak olan bu mekanda Padişahın aleyhine gizli toplantılar düzenlenebileceğinden kuşkulanmasından) dolayı otel ruhsatı alınamayınca binaya yeni bir sahip aranmaya başlanmıştır. Adalılar ve nüfusun çoğunluğunu oluşturan Rumlar, kendileri için büyük iş potansiyeli yaratacak olan bu olayı üzüntü ile izlemekte idiler.
O sıralarda, temelleri 1853’de Patrik IV. Germonos tarafından atılan Yetimhane müessesesi, 1894 depreminden sonra geçici olarak Balıklı’da bulunan Rum Hastanesi’ne taşınmıştı. Yetimler burada çok güç şartlar altında barınıyor, hayırseverlerden toplanan yardımlar da yeni bir binaya geçmeye yetmiyordu. İşte o sıralarda, Büyükada’daki üç yıldır kullanılmayan bu boş binanın yetimhane yapılması fikri ortaya atıldı. Patrik III. İookim’i yetimhanenin buraya taşınması için ikna ettikten sonra, varlıklı Eleni Zarifi’den temin edilen 37.000 sterlinle bina Fransız şirketinden satın alınmıştır. Devir teslim işlerinden sonra binanın 1902 yılında, fetva ile Rum çocukları için kullanılmasına izin verilmiştir. Yetimhane olarak kullanılabilmesi için gerekli tadilat masraflarını da Eleni Zarifi ayrıca 10.000 sterlin daha vererek karşılamıştır. Burada halen izleri görülen yangın için mermer merdivenlerle, kuleler o zaman eklenmiştir. Eleni Zarifi’nin isim günü olan 21 Mayıs 1903 tarihinde açılışı yapıldıktan sonra Sultan II. Abdülhamid yetimhaneye çeşitli yardımlar yapmıştır.
I. Dünya Savaşı sırasında Kuleli Askeri Lisesi buraya yerleştirilir. Daha sonra yapı, sırasıyla Alman askerlerini (1919) ve Rus göçmenlerini barındırır. Adaların günlük yaşamında okulların nakli, göçmenlerin gelişi sık sık vuku bulmuştur. Tekrar yetimhane olarak hizmete başlar. 1944 yılından sonra yetim kız çocukları da Heybeliada’ya getirilmiştir. Yarım yüzyıla yakın bu amaçla görev yapan bina, 1970 yılından beri boş, biraz harap ve metruk durumdadır.