Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi’nde 21 Ocak – 1 Nisan 2012 tarihleri arasında “Konstantiniyye’den İstanbul’a – 19. Yüzyıl Ortalarından 20. Yüzyıla Boğaziçi’nin Anadolu Yakası Fotoğrafları“ sergisi düzenlendi. Bu serginin açılışında bulunan basın mensuplarına bir bülten dağıtıldı. Bu bülten içerisinde eski İstanbul fotoğrafları ve şimdi paylaştığım semtler hakkında metinler yer alıyordu bu metinlerin İstanbul’a dair bir “blog”ta kullanılması doğru olur düşüncesi ile paylaşıyorum…

Beylerbeyi 1880 - 1885 Abdullah Biraderler

Beylerbeyi 1880 – 1885 Abdullah Biraderler

Tarihçi Hovhannesyan’a göre Beylerbeyi adı, bir dönem bu bölgede büyük bir bahçesi ve sahilde yalısı olan Rumeli Beylerbeyi Mehmed Paşa’ya atfen verilmiştir. Bazı kaynaklar bu ismin III. Murad döneminde beylerbeyi olan Mir-ü Âlem Mehmed Paşa’ya ait olduğunu ileri sürse de ne Evliya Çelebi ne de Eremya Çelebi Beylerbeyi adından söz etmez, İstavroz Kasabası derler. Gerçekte günümüz Beylerbeyi iki ayrı vadi içinde birbirinden bağımsız olarak gelişen, iki mahalleden oluşur: Beylerbeyi ve Abdullah Ağa (İstavroz) mahalleleri. Her ne kadar Boğaziçi Köprüsü’nün yapımı sırasında Abdullah Ağa mahallesinin büyük bir bölümü yok olduysa da, vadi tabanında küçük bir iskân ve 1591-1592 tarihli İstavroz/Abdullah Ağa mescidi varlığını sürdürmektedir. Muhtemelen bu iki mahalle XIX. yüzyıl ortalarında Şirket-i Hayriyye’nin Beylerbeyi vapur iskelesinin yapımından sonra kısa süre içinde tek bir yerleşme olarak anılmaya başlar.

Beylerbeyi aynı zamanda Boğaziçi’nin Anadolu yakasının son selâtin cami olan I. Abdülhamid yaptırdığı cami, medrese, imaret ve hamam ile de tanınır.

Sarayın bu bölgeye ilgisinin II. Selim dönemine kadar uzandığı söylenir. İstavroz Vadisi içinde yer alan ve İstavroz Bağçesi adıyla anılan hasbahçede padişahın kızı Gevher Sultan’a ait bir köşkün bulunduğu kayıtlıdır. Daha sonra I. Ahmed döneminde bu bahçede bazı düzenlemeler yapıldığı, IV. Murad döneminde ise Koru İçi Kasrı adıyla anılan bir kasır inşa edildiği, bu kasrın III. Mustafa döneminde harap olduğu için yıktırıldığı bilinir.

Beylerbeyi’ne sarayın ilgisi II. Mahmud döneminde tekrar artar. 1828’de Kumbaracıbaşı Hacı Ali Bey, padişahın emri üzerine daha önceleri halka satılan arazilerin bir bölümü satın alır ve kıyı boyunca uzanan, dönemin en büyük ahşap sarayının yapımına başlanır.

Boğaz’a bakan cephesi boydan boya kafes örtülü, beyaza boyanmış pencerelerle donatılmış bu yapı sarı boyalıdır ve bu nedenle özellikle yabancılar tarafından Sarı Saray adı ile anılmaktadır. Helmuth von Moltke, Miss Pardoe ve Gérard de Nerval’in övgüyle bahsettikleri bu büyük saray Abdülaziz döneminin ilk zamanlarında yıktırılır.

Abdülaziz’in yapımına karar verdiği yeni Beylerbeyi Sarayı, Dolmabahçe ve Çırağan saraylarından farklı bir planlama anlayışı ile yapılmış, II. Abdülhamid’in de belirttiği gibi devamlı yaşamaktan çok misafir kabulü ve devletin gücünü temsil amacıyla inşa edilmiştir. 1863’te inşaatına başlanan kâgir saray 1865 tarihinde tamamlanır.

Pek çok yabancı konuğun ağırlandığı bu sarayın hiç şüphesiz en önemli misafiri Fransız İmparotoriçesi Eugénie’dir. İspanyol asıllı imparotoriçenin İstanbul maceraları ünlüdür.

II. Abdülhamid’in II. Meşrutiyet’in ilanı sonrası tahtan indirilmesini takiben sürgüne yollandığı Selanik’teki Alatini Köşkü’nden, 1912’de Selanik’in kaybedilmesi sonrası 1918’deki ölümüne kadar Beylerbeyi Sarayı’nda mecburi ikâmete tabi tutulduğundan da söz etmek gerekir.