Daha önce “Beyazıt Kulesi’nin Sırrı” makalesini yayınladığımız Yavuz Dizdar hoca kaleminden bir “İstanbul Üniversitesi Tarihi” derlemesi… Bu makaleye www.fakultedergisi.com sitesini yaparken rastladım. Tam hayalleme’ye yakışacak makale.
Tarihin (dünün) ne olduğunu anlamak, bugünün ne olduğunu anlamanın olasılıkla en doğru yoludur. Buna karşılık tarih, hele uzak tarih, zaman zaman sis perdesinin ardında gizlenir, zaman zaman da resmi algının bir görüntüsü olarak belirir. Bu durumda eldeki kaynaklardan fazlası gerekir. İstanbul Üniversitesi’nin tarihini inceleyeceğimiz bu dizi yazıya daha yakın dönemi hatırlamaya çalışarak başlayacağız. Bu yazıya kaynak oluşturan yazılar İstanbul Üniversitesi’nin web sitesinden alınmıştır.
Bizans ve Osmanlı geleneklerinin birlikte incelenebileceği görüşünde olan Alman hukuk tarihçisi Richard Honig, İstanbul Üniversitesi tarihinin 1 Mart 1321’e kadar uzandığını ifade etmektedir. Bugünkü Merkez Bina’nın bulunduğu tepede kurulan, Roma üniversiteleriyle eşdeğer olan, tıp, hukuk, felsefe ve edebiyat fakültelerinden oluşan bu üniversite, aslında İstanbul’da üniversite eğitiminin başlangıcı sayılmaktadır. Türk araştırmacılar ise İstanbul Üniversitesi’nin köklerini 1453’e götürmektedir. Gerçekten, fethin ertesi günü 30 Mayıs 1453’te Ayasofya ve Zeyrek’te yapılan bilimsel toplantılar, Türk-Osmanlı bilim yaşamının ilk günü ve takiben bir külliyenin kurulmasının başlangıcı kabul edilmektedir. Nitekim, Sıddık Sami Onar, “Türklerin İstanbul’da bir üniversite bulamadıklarına ve kendi uygarlıklarını yerleştirdikleri bu kentte kendi tarzlarında kurdukları” üniversite eğitimine dikkatleri çekmektedir. Yine, Cemil Bilsel, tıp, hukuk, fen ve edebiyat fakültelerinin ve İstanbul Üniversitesi’nin ilk başlangıç noktasının 1470 yılında kurulan Fatih Külliyesi olduğunu vurgulamaktadır. Bu arada, Sovyet tıp bilgini Danişefski, Dünya’nın en eski tıp fakültesinin İstanbul’da olduğunu belirtmektedir.
Darülfünun dönemi
Yükselme ve genişleme dönemlerinde kurulan Beyazıt, Yavuz ve Kanuni Süleyman Medreseleri dönemlerinin hukuk, edebiyat, ilahiyat ve tabii bilimler okutulan birer görkemli üniversiteleri sayılırlarken; duraklama ve gerileme dönemlerinde, gözlem ve deneyi reddeden, akılcı ve bilimsel özellik ve güçlerini yitirmiş, imparatorluğun kaderini paylaşarak benzer süreci yaşamışlardır. Islahat ve Tanzimat’ın batılılaşma hareketi eğitim kurumlarına da yansımış, bilgisizlik her alanda yenilmişliğin sebebi olarak ortaya konmuş ve “ilerleme ancak ilim ile gerçekleşebilir” ilkesiyle 23 Temmuz 1846’da Darülfünun kurulması fermanı “laik yüksekokulların başlangıcı” olarak kabul edilmektedir. Cemil Bilsel, I. Darülfünun’da 31 ilkkânun (Aralık) 1863 günü verilen ilk deneysel fizik dersini İstanbul Üniversitesi’nin yeniden kurulması olarak değerlendirmektedir. Ne yazık ki, öğrencinin devamsızlığı ve ilgisizliği nedeniyle ilk denemelerden sonuç alınamamıştır.
20 Şubat 1870’de, bu kez “Darülfünun-u Osmani” adıyla modern ilim anlayışına ve düzeyine ulaşmak beklentisi içinde üniversite ikinci kez açılmıştır. Ancak, öğretim kadrosunun ve kitap yetersizliğinin yanı sıra verilen bir konferanstan duyulan hoşnutsuzluk, 1872’de bu girişimin sonu olmuştur. Cemil Bilsel’in araştırmalarına göre kapanış sebebi “bilgisizlik ve taassuptur; batılılaşma hareketine tahammülsüzlüktür.” Üçüncü evre, 1874’de Galatasaray binasında edebiyat, hukuk ve fen bölümlerinden oluşan Darülfünun-u Sultani’nin açılmasıyla başlamıştır. Derslerin Türkçe ve Fransızca okutulduğu bu kurum hakkında 1881’den sonra resmi kayıtlarda hiçbir belge ve bilgiye rastlanmamaktadır. Ancak, üç dönem mezun verdikten sonra 20 yıl süreyle ortadan kalktığı bilinmektedir.
1863, 1870 ve 1874’teki başarısız denemelerden sonra nihayet II. Abdülhamit’in fermanıyla 31 Ağustos 1900’de Darülfünun-u Şahane adı verilen ilk üniversite açılmıştır. İstanbul Üniversitesi bu kurumun doğrudan devamıdır. Ancak, hiçbir konuda özerkliği olmayan, istibdat yönetiminin sıkı denetimi altında oluşturulmuş, bilimsellikten uzak bir eğitim kurumu olarak tanımlanmaktadır.
Nihayet, Meşrutiyet’in ilanından sonra hukuk, tıp, fen, edebiyat ve ilahiyat bölümlerinden oluşan İstanbul Darülfünunu 20 Nisan 1912 tarihli bir kararla kuruldu. 1919 yılında yeni bir düzenlemeyle ilmi ve kısmen yönetimsel özerkliğe kavuştu. Her ne kadar, bu dönemi araştıran Osman Nuri Ergin, V. Darülfünun’un kuruluşunu bilimsel düzeyi, örgütlenme biçimi ve kadro yetersizlikleri nedeniyle tamamen şekli bulmakta ise de, Modern Türkiye’nin Doğuşu yapıtında Bernard Lewis “İstanbul Darülfünunu’nu, kültür tarihi açısından tüm Doğu alemi için önemli bir aşama” saymaktadır.
Kız öğrencilerin eğitim kapsamına alınması
Cumhuriyet öncesi bu dönemin ilgi çekici olaylarından biri “lise tahsilini bitirmiş olan kız çocuklarına tahsilden mahrum kalmamaları için Darülfünun dahilinde ‘kızlara serbest dersler’ adı altında derslerin verilmesiydi” saptamasını yapan A. R. Başaran, “bir müddet sonra Zeynep Hanım Konağı’nda edebiyat, matematik ve tabii ilimler tahsil etmek için müstakil sınıflar tesis edildiğini” de aktarmaktadır. “Hukuk ve Tıp okullarına kız öğrencilerin kayıt olmalarına o tarihte müsaade olunmamıştır. Kızların erkeklerle aynı dershanede veya aynı binada okumaları o zamana göre hoş görülmemiş; kızların sınıfları Cağaloğlu’nda bir binaya taşınmıştır. Cumhuriyet ilanından sonra erkeklerle beraber Darülfünun’un derslerine devamlarına müsaade edilmiş, tıp ve hukuk fakültelerine de kızlarımız kayıt olmuştur” demektedir.
Yine bu dönemin önemli olaylarından biri de, 1915-18 döneminde halen medrese ruhunu taşıyan Darülfünun’un değişik bölümlerine yabancı bilim adamlarının çağrılmasıdır. İttihatçıların girişimiyle gerçekleştirilen bu atılım Widmann’a göre “bir bütün olarak bakıldığında başarılı olmamış, kaybedilen savaştan sonra Üniversite, ancak Cumhuriyet devrinde kurtulabileceği bir bunalıma girmiştir.”
1933 Reformu’nu hazırlayan nedenler
“Akla ve bilime” dayalı bir “kuruluşu” amaçlayan Genç Türkiye Cumhuriyeti ise “kurtuluşu” izleyen dönemde 21 Nisan 1924 tarihli ve 493 sayılı Kanun’la İstanbul Darülfünu’nun tüzel kişiliğini tanımış ve 7 Ekim 1925’de kurumun bilimsel ve yönetsel özerkliğini kabul etmiş, medreseler “fakülte” statüsüne kavuşturulmuştur. Darülfünun’un ülkenin bilim merkezi olmasını ve genç kuşakları Batı üniversiteleri düzeyinde yetiştirmesini bekleyen Cumhuriyet, verdiği özerkliğin yanı sıra Darülfünun’un bütçesini de ayırıp arttırmıştır. Çağdaş bilimselliğe ulaşma arayışları çerçevesinde 1924-26 döneminde yabancı hocaların bir kez daha İstanbul’a çağrılmaları da bu anlayışın bir ifadesi olmaktadır.
4 Mart 1924 tarihli yasayla öğretimi birleştiren, sivilleştiren Cumhuriyet hükümeti, Cemil Bilsel’in açıklamalarına göre, daha önce bağnazlık ve bilimsel eksiklik nedeniyle birkaç kez kapanan Darülfünun’u bu kez “politik endişelerle değil, bilime verdiği üstün önem nedeniyle;” Ernest Hirsch’in yorumuna göre ise “… ülkenin geçirmekte olduğu köktenci politik ve toplumsal değişiklik ve dalgalanmalara karşı duyarsızlığı, suskunluğu ve hatta bir Ortaçağ izolasyonuyla dış dünyaya tamamen kapanmış olması” endişesiyle köklü bir değişim kararlılığını açıklayarak kapatmıştır. Lağvedilen Fatih ve Süleymaniye Medreseleri, 7 Ekim 1925’de Darülfünun’a bağlı İlahiyat Fakültesi olarak “reorganize” edildi. (1925-26 ders yılında 284 talebesi olan bu fakülte, 1933 üniversite reformu sonucunda Yüksek İslam Enstitüsüne çevrildi, ertesi yıl sadece 20 öğrencisi kaldığından kapatıldı.)
Kuşkusuz, bunca yıllık hayatının sonunda Darülfünun, içinde bu değişimi yüreklilikle destekleyen “Türk profesörlerinin intihar kulübü” (P. Schwartz’ın yayınlanmış anılarından zikreden Widmann) olarak varlığını gösteriyordu. 1924-26 döneminde yabancı hocalar bir kez daha İstanbul’a çağrıldılar. Politik otoritenin, toplumun ve her şeye rağmen Darülfünun’un köklü değişim arayışı, İsviçreli pedagoji profesörü Albert Malche’ın 1932 yılı başında bir reform önerisi hazırlamak üzere çağrılmasıyla sonuçlandı. 29 Mayıs 1932’de hükümete sunulan rapor esas alınarak 1933’de çıkarılan 2252 sayılı yasayla TBMM, Darülfünun’u ve ona bağlı bütün kurumları kadro ve örgütüyle lağvedip Milli Eğitim Bakanlığı’nın İstanbul’da yeni bir üniversite kurmasını kabul etti. İstanbul Üniversitesi, 1 Ağustos 1933’de yeni bir kadro ve yapıyla açıldı. Cumhuriyet 10. yılını kutlarken 1 Kasım 1933’te İstanbul Üniversitesi “ilk ve tek” üniversite olarak eğitime başladı. <<
——————-
İstanbul Üniversitesi’nin amblemi
>> İstanbul Üniversitesi’nin simgesi olan “yılanlı amblem” 1243 tarihli Selçuklu Şifa Yurdu motiflerinden esinlenilerek Ord. Prof. Süheyl Ünver tarafından yaratılmıştır. İ ve Ü harfleri barışı simgeleyen zeytin dalı olarak betimlenmiştir. Noktalar dünyayı kucaklayan insanı gösterir. İ üzerinde bulunan dokuz halka ise “yaşam ağacı”nı anlatır.
Amblemini tasarlayan
Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver kimdir?
Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver (doğumu 1898 İstanbul, ölümü 1986 İstanbul) 1920’de Darülfünun Tıp Fakültesi’ni bitirdi (1920). Gureba ve Haseki hastanelerinde çalıştı, Sanayi Mektebi’nde asistanlık yaptı. Yurtdışında ihtisas yaptı. İstanbul Üniversitesi Tıp Tarihi Enstitüsü’nü kurdu, Güzel Sanatlar Akademisi hocalığı yaptı. 1939’da profesör, 1954’de ordinaryus profesör oldu. 1967’de Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde Tıp Tarihi ve Deontoloji kürsüsünü kurdu. 1973’de emekli oldu, 1986’da öldü.
Arapça, Farsça, Fransızca biliyor; ney çalıyor; ebru, tezhip, minyatür ve hat sanatıyla uğraşıyor; Türk kültürünün bütün yönleriyle ilgileniyordu. Arşivciydi ve arşivini kendi kurduğu enstitülere, Türk Tarih Kurumu’na, Süleymaniye Kütüphanesi’ne bağışlamıştır. Çok yoğun bir araştırmacı ve yazardır. 18 bilimsel kuruluşun üyesi olmuş, tıp tarihi, bilim tarihi, kültür tarihine ait 2500 civarında kitap ve makale yayınlamıştır. 1985’de Kültür Bakanlığınca büyük ödüle layık görülmüş, yurtdışında da ödüller almıştır. Dergi, gazete ve ansiklopedilerde sayısız yazısı vardır. Kendisini etkileyen hocaları Hoca Ali Rıza Bey, Abdülaziz Mecdi Torun, Akil Muhtar Özden’dir. Süheyl Ünver’in sanat arşivi ve defterleri, yakın zamanda kızı Gülbün Mesara tarafından peyderpey yayımlanmaya başlandı. Büyük bir hazine olarak nitelendiren defterler, Türk sanatı ve İstanbul adına çok önemli çizimler ve notlar içeriyor.
Bugün üniversitenin bahçesi ve Bayezid külliyesinin (hamam dışarıda kalmak üzere) bulunduğu bölge, Traian Forumu olarak tanımlanmaktadır. Bu alanda (bugünkü ana kapının hemen arkasında) Teodosius ve Constantinus sütunlarının bulunduğu, en arkada ise (bugün Rektörlük binasının bulunduğu yer) “Üç Tepe” olarak adlandırılan “kutsal” yüksek platonun olduğu bilinmektedir.
>> İstanbul Üniversitesi’nin tarihini incelemeye devam ettiğimiz bu yazıda, Merkez Kampus’un mimari yapısını, İstanbul Üniversitesi’nin 1453’ten Avrupa Aydınlanma Hareketi’ne dek bilimsel düşünceye olan katkılarını anlatacağız. Kuşkusuz bu süreç kendiliğinden ortaya çıkmamıştır, aslında dünya tarihinin bizim coğrafyamızdaki gelişimine paralellik gösterir. Bu tarihi iyi okuyabilenler, Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama ve gerileme sürecini de daha iyi anlayacaklardır.
Merkez Kampus’un her dönemde korunmuş özel yapısı
İstanbul Üniversiresi’nin Merkez Kampusu’nun da bulunduğu Beyazıt Meydanı, Bizans döneminde kentin en büyük meydanıdır, Türk döneminde ise bir saray meydanı olan bugünkü Beyazıt Meydanı kent imgesini oluşturan temel öğelerden biri haline gelir. Çevresindeki Bayezid Camii’ni ve mahallesini de içine alan Beyazıt semti vardır. Semtin sınırları, Divanyolu yönünde Çarşıkapı ve Kapalıçarşı, güneyde Soğanağa Mahallesi, batıda Aksaray yönünde Hasan Paşa Hanı, Seyyid Hasan Paşa Külliyesi ve İstanbul Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi ile belirlenen bölge ve Kuyucu Murad Paşa Medresesi’nin sınır oluşturduğu Vezneciler, kuzeyde Eski Saray yani üniversiteyi içine almak üzere Rıza Paşa ve Mercan yokuşlarının başlangıç noktalarıyla tanımlanır.
Üç Tepe olarak adlandırılan “kutsal” alan
Beyazıt Meydanı, bugün çevresinde Beyazıt Camii’ni ve mahallesini de içine alan bu meydanı çevreleyen bölgeden oluşmaktadır. Bugünkü Divanyolu ve Yeniçeriler Caddesi’ne karşılık gelen Via Egnatia’nın iki yanında büyük mezarlık bulunmaktaydı. Daha sonra surlar genişletilince bu mezarlık alanı da kentin ağırlık merkezi haline geldi. Buraya büyük bir toplanma (forum) binası ve ardından kentin en büyük çeşmesi olan Nimfeum Maksimus yapıldı. Pierre Gilles, Socrates’e atfen bu çeşmenin çok büyük bir de havuzu bulunduğunu anlatır. Üniversitenin günümüzdeki ana kapısının önünde kalan bölgede ise Teodosius Forumu ve hemen arkasında (kapının tam önünde kalan, bugün merdivenlerin bulunduğu yer) Teodosius Bazilikası bulunmaktaydı. Bugün üniversitenin bahçesi ve Bayezid külliyesinin (hamam dışarıda kalmak üzere) bulunduğu bölge, Traian Forumu olarak tanımlanmaktadır. Bu alanda bugünkü ana kapının hemen arkasında Teodosius ve Constantinus sütunlarının bulunduğu, en arkada ise “Üç Tepe” olarak adlandırılan ve kutsal olarak nitelendirilen yüksek platonun olduğu bilinmektedir. Bizans döneminde bulunan bu yapılar Roma’dan esinlenerek kurulmuştur.
Bugünkü yerleşimin o dönemki yerleşimle birebir ilişkilendirilmesi doğru olmamakla birlikte, şimdiki üniversite, daha önceki Seraskerlik ve ondan da önceki Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Eski Saray ve daha önceki dönemlerdeki saraylar da bu bölgedeydi, zira bu bölge topografik olarak meydanın en yüksek platformunu oluşturmaktaydı. Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılmış olan eski sarayın yeri, bugün ana kapının hemen girişinde sağ tarafta kalan sütun ile belirtilmiştir. Fatih’in Eski Saray’ı buraya yaptırmış olması, olasılıkla burada bir saray mahallesi bulunmasından kaynaklanmıştır. Burada bulunan binalar 407’de ve sonraları yaşanan büyük depremde ciddi hasar görmüşler, kısmen ya da tamamen yıkılmışlardır. 1204’te Haçlıların kente girmeleriyle birlikte, mevcut eserlerin büyük bir bölümü yıkılmış ya da tahrip edilmiştir. Bu nedenle tarihi kaynaklarda adı geçen binaların hemen hepsi Osmanlı öncesi dönemde ortadan kaldırılmıştır.
Evliya Çelebi’nin, Haliç’e bakan bu yüksek ve havadar mahalde “dört tarafı öyle çimenlik ve ağaçlıklarla süslü bir yer vardı ki, burada bütün yabani hayvan çeşitlerini bulmak mümkündü” diye tanımladığı bir eski saray kalıntısını tanımladığı bilinmektedir. Fatih’in Eski Saray’ı konusunda günümüze ulaşmış bilgi sınırlıdır. Ancak saray resmi kayıtlarda “kale” olarak geçmektedir. Bu “kalenin” altındaki mahalleye ise Taht el-kal (kale altı anlamında, bugünkü Tahtakale) adı verilmektedir. Fatih sarayda 1478’e kadar oturmuştur. Üniversitenin kuzey (arka) duvarı, eski Saray’ın da arka duvarına tekabül etmektedir.
Sözün özü İstanbul Üniversitesi’nin merkez binasının tarihi çok fazla derindir, yeri ve kullanımları açısından sıra dışıdır. Üniversitenin topraklarının bu özelliğinin bünyesine de yansımış olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur.
İstanbul Üniversitesi’nde bilimsel çeşitliliğin nedenleri
Fatih Sultan Mehmet’in ve sonrasında Yavuz Sultan Selim’in bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin evrensel mozaiğinin oluşturulmasına özel bir önem verdiklerini görüyoruz. Fatih’in inançlı bir Müslüman olmasına karşılık bütün dinlere eşit mesafede durmaya özellikle özen gösterdiği bilinmektedir. İtalyan hümanist Cyriaco d’Ancona’yı ve birçok yabancı aydını çevresine aldığı gibi, Cenevizli, Venedikli, Raguzalı, Napolili nedimelerine geceleri Roma tarihi okutturmaktaydı. Fatih, bilim adamlarına (o çağda molla, kelime karşılığı ‘büyük bilgin’ olarak adlandırılmaktaydılar) özellikle büyük saygı göstermiş, çevresine toplamıştır. Görüşlerinden sık sık yararlandığı Hocazade, Molla Güranî, Molla İlyas, Siraceddin Halebî, Molla Abdülkadir, Hasan Samsunî, Molla Hayreddin, Ali Kuşçu, Akşemseddin’le, hatta Georgios Amirutzes’le din ve felsefi konuları tartışmaktaydı.
Fatih kavim ve din farkı gözetmeksizin sanatçıları, düşün ve bilim adamlarını İstanbul’a toplamayı amaç edinmişti. Kurumlarının sağlıklı hizmetler verebilmesi için düzenlediği vakfiyeleri, medreselerin hiyerarşik sistemlerine, tıp dahil, çeşitli dallara ait öğretim çalışmalarına ilişkin ilginç ayrıntılar içermektedir. Örneğin Darüşşifa’da din ve ırk ayrımı yapılmaksızın herkesin tedavi edilmesi “koşul”du. Semerkand’dan gelen Ali Kuşçu matematik öğretiminin temelini atmış, Amasyalı hekim ve bilim adamı Sabuncuzâde Şerafettin 1465’ye Cerrahnametü’l-Hâni’yi İstanbul’da çevirmiştir. Fatih döneminde gelen İslam bilginleri arasında Hekim Kutbettin-i Acemi, Hekim Arab, Mehmed Şükrullah Şirvanî, Hoca Ataullah, Hekim Larî, Hekim Yakub Paşa, İzmitli Muhyiddin Mehmed, Kaysunizade Bedreddin, Hocazade Muslihiddin, Molla Mehmet Zeyrek ve Fatih’in özel kütüphanesine bakan Molla Lutfî sayılabilir.
Benzer yaklaşım Yavuz Sultan Selim (I. Selim) zamanında da sürdürülmüştür. Yavuz Sultan Selim 1514’te Tebriz’i aldıktan sonra sanatkar ve bilim adamlarından bin kişiyi İstanbul’a göç ettirmiştir. Üç yıl sonra 1517’de Kahire alındığında da pek çok değerli bilim adamı ve eser İstanbul’a gönderilmiştir. Daha sonra Kanuni Sultan Süleyman (I. Süleyman) Sahn-ı Süleymaniye medreselerini kurarak İstanbul’un eğitim ve bilim merkezi kimliğini en üst noktaya ulaştırmıştır. Mimar Sinan, şair Baki, minyatürcü Nigari, din bilgini Ebussuud, Piri Reis, Barbaros ve daha pek çok sanatkar, bilim adamı, denizci, komutan ve devlet adamı buna katkıda bulunmuştur.
Merkez Kampus’a bugünkü şeklini veren II. Mahmud dönemi
İstanbul Üniversitesi’nin merkez binası ve genel tarihi konusundaki en önemli gelişmelerden biri de II. Mahmud döneminde yaşanmıştır. II. Mahmud dönemi Osmanlı tarihinde “yenilenme hareketi” olarak adlandırılan bir dizi karara sahne olmuştur. Bunlardan en önemlileri Vaka-i Hayriye olarak tanımlanan Yeniçeri Ocağı’nın kapatılması (1826), eski Saray’da yer alan Bab-ı Serasker’in açılması, devletin çalışma biçiminin ve kılık-kıyafetin Batı normlarına göre yeniden düzenlenmesidir. 1827’de askeri hekim ve cerrah yetiştirmek üzere Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Mamure açılmıştır. Ülke genelinde bir nüfus sayımı yapılmış ve nüfus dağılımı belirlenmiştir. Bununla birlikte bu dönem İstanbul’un iç ayaklanmalar ve yangınlarla yüz yüze kaldığı, yenilik hareketi karşıtlarının isyanlarına sahne olan bir dönemidir. Zira II. Mahmud devlet düzeninde köklü değişiklikler yapmış, bunun sonucunda da adı “gavur padişah”a çıkmıştır.
Bu gelişmelerin yaşandığı zaman diliminde İstanbul’unun yerleşim boyutları dikkate alındığında, sayıları binlerle ifade edilen bilim insanı ve sanatçının yaratacağı görece üstünlük daha iyi anlaşılacaktır. Söz konusu kişiler çalışmalarını elbette Beyazıt bölgesindeki eğitim ve sanat merkezinde sürdürmüşlerdir. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, bugünkü İstanbul Üniversitesi’ne zemin hazırlayan kültürel birikim birkaç bina ya da birkaç bilim insanından çok daha fazlasıdır. Ta Roma döneminde başlayan bu birikim Osmanlı döneminde bilinçli olarak sürdürülmüş ve desteklenmiş, bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin temeli oluşturulmuştur. Bu temeli günümüzde merkez kampusun çevre külliyelerle birlikte konumlandırılmasında açıkça görüyoruz. Roma döneminde kutsal olarak kabul edilen alan 1800 yıldır korunmuştur ve geniş bahçesiyle birlikte Rektörlük binasını oluşturmaktadır. Buraya 1828 yılında eklenen Beyazıt Kulesi de (lütfen Beyazıt Kulesi’nin Sırrı yazısını okuyunuz) basit bir yangın gözetleme kulesi değildir, olasılıkla çok daha farklı bir amaç için yapılmıştır. Benzer şekilde, Rektörlük binasının arka bahçesinin altı çok büyük bir sarnıçtır, yapım tarihi net olarak bilinmemektedir, belki de yukarıda anlattığımız “kentin en büyük çeşmesi olan Nimfeum Maksimus’un Pierre Gilles, Socrates’e atfen ifade edilen havuzudur”. Bütün bunlar, aydınlanmayı bekleyen tarihi sırlardır.
Sözün özü İstanbul Üniversiteliler çok iyi bilmeli, gurur duymalı ve layık olmaya çalışmalıdırlar ki, “her şey bir şeydir, ama İstanbul Üniversitesi başka bir şeydir!” <<
Kaynaklar:
– Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2008 (ilk baskı 1999).
– Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Tarih Vakfı, İstanbul, 1994.